Bazen doğduğuna-doğurduğuna sevinemezsin, sevemezsin aynı soydan olmayı, aynı tür altında sınıflandırılmayı; farklı modeli olsan da insan denen varlığın. Onlarla aynı alanda olmak, aynı havada kalmak canını yakar, nefes dahi alamazsın. Yine de, her kötülüğün varlığından haberdar etseler de seni, sen kötü olamazsın. Dünyadaki her varlığı, her duyguyu ikiye ayırmaya başlarsın. Her türden her modelden her sınıftan sadece iki tane vardır esasında. Sadece ikiye ayrılır başta: İyiler ve Kötüler. İyi kalan sen'i kimsenin kötüleştirmesine izin vermezsin, zorlarsın şartlarını nereye kadar zorlayabilirsen çünkü aksi sana ters, aksi sana aksi, aksi sana uymazdır. Sen katiyen aksi olamazsın.
22 Ocak 2018 kötülüğün en kara günü (tanıklık ettiğim). Çirkefliğin, soysuzluğun, pişkinliğin, rezilliğin ve daha bir çok şeyin başladığı tarih. Tarihe not düşeceğimiz ve öldürülen gazeteciler gibi sürekli aklımızda olacak olan, dilimizde, kalemimizin ucunda durup ilk yazacağımız kara günlerden sadece biri daha. Unutturmamak lazım bazı gerçekleri. Çünkü bazı gerçekler bu kadar acı. Rezil. İçimizden ve dışımızdan sövmeyi bilmiyoruz ki sövelim, biz hep saymayı öğrendik doğduğumuz andan beri. Bize sövmeyi öğreten babalarımız olmadı. Saymayı öğrendik hep, öğrendik öğrenmesine de bir tarihten sonra kötülüğü sayar olduk ellerimizle, parmaklarımız yetmedi sonra kötülüğü saymaya, her duyu organımızı devreye soktuk, yine yetmedi yetmeyecek yetmiyor. Köşe başı kötülük, kaldırım boyu çirkeflik, her mahallede soysuzluk, sokaklarda bir boşluk ve o boşluğa rağmen evlerden taşan doluluk. Boş evlerden duyulan kimliksiz çığlıklar.
Sürekli bir hırsızlık, çalma arzusu, yabancısı olduğumuz kötülüğün balçık balçık etrafımızı sarışı. Bize öyle yabancı ki. Kilitsiz kapılarımız vardı önceki yıllarda, tanığı olmasak inanmayacağımız. Şimdilerde üç kilit üsten üç kilit alttan oldu moda. Sırf bu yüzden mi oluyor hırsızlık diye düşünmeden edemezdi herhalde bilimkurguya yenik düşen bir mantık. Hastane odasında televizyondaki saldırı size o kadar yabancı, Türkiye'de ise o kadar normalleştirilmiş ki sanıyorsunuz ki Türkiye'de yaşanan bir hengâme. Oysa 50 km ilerideymiş yaşanan. O kadar uzaksınız ki aklınız almıyor, mantığınız çalışmıyor, yüreğiniz inanamıyor gözlerinizden önce. Doğduğunuza sevinemiyorsunuz o vakit ve doğurduğunuza da tabi. Her gün gözünüzün önünde sadece kızınız büyümüyor, saldırının üzerinden geçmekte olan zaman da büyüyor. Asla unutamayacağınız tarihler arasına bir tarih daha sıkıştırıyor belleğiniz. Bir gün yaşlanırsam unutur muyum diye endişe duymaktan yorularak dalıyorsunuz yaşantınıza yeniden.
Yaş almaya başladığınız evi hatırlıyorsunuz hiç hesapta yokken, yaşlanacağınız ev sanmıştınız o evi oysa. Ömür boyu evsiz kalacağınızı ise anlamanız çok zaman almadı. Doğuştan evsiz doğmuşsunuz zaten. Devletin asgari ücretli ve daha altında maaşı olan yerlisine -vatandaşına- değil ki uzatılan el. Oturup ilgili makama dilekçe yazsanız ne olacak yazmasanız ne; kimi kimde, neyi nerde arayacağınızı bilmezken. Bir bilinmezliğin içinde yol alırken L5 ağrısı izin vermiyor mecburen duruyorsunuz yolda, yol ise durmuyor ayaklarınızın altında. düşüp kalıyorsunuz kaldırımı geçmek isterken karşıya. Karşıya geçmeniz yasak.
Yasakların giderek artmaya başladığı yarım kalmış adada, diğer yarınız geliyor aklınıza. Eskiden yumurtanın fırçalanan tarafı dediğiniz ve şimdi orası da ne kadar sağlam diyeceğiniz. iki yarım bir bütünken şimdi neden bütünlenemiyor. Kesildiği yerden kanamaya devam ediyor her yara. Mağusa'yı bölen tel de aynı tel, Lefkoşa'yı bölen de. Gözlerinizi bölen, avuç içlerinize batan tel de. Kanamaya devam eden yerlerinizden saracak yaseminler artık yok.
Hayallerinizi bırakmamak için gayret ederken aslında hayal oldukları için hayal dediğinizi anlıyorsunuz çoğu dileğe. Hayaller gerçekleştirilmek için vardır düşüncesi tezinizi çürütür. yarım kalmış adanızın yarımlığından doğan bir çürümüşlük olduğunu ise bir filmdeki replik size hatırlatır. yarım kalan her şey çürümeye mahkûmdur.
Mahkûm edilen Mustafa aklınıza takılır, soyadı Hürben olan kendisi hür olamayan. Bir jeofizik mühendisi hapse niçin atılır. Tüm haklarınız bilirsiniz ki efendilerin askılığına asılır.
Yarım kalmış çeyrek adanızda ne bir adınız vardır yavaş yavaş ne bir sözünüz ve bu yüzdendir son nefese kadar susmazsınız. Çok konuşmak boş konuşmak ya da demagoji değildir yaptığınız, sadece üzüntünüzün bir şekilde dile resme yazıya ve daha birçok alana yansıması. Elinizden ne gelirse en azından onu yapmak. Yapmayı denemek. Denemeden nerden bileceksiniz, deneyenlerden mi? Onlar da denemiş olmasaydı bugün siz de denemeye çalışır mıydınız? Çalışmazdınız. Bu bile sizlere, onlardan miras kaldı. Ta ki son yerlisine kadar bu miras bir şekilde geçecek elden ele, dilden dile, dilekten dileğe. Ta ki tamamen unutana kadar dilimizi... dedim de ben de unutmaya başlıyorum yaşlanmadan ama çok yaşlı olarak; bizim dilimiz neydi?
Yabancı ülkelere gidip yabancı insanları tanıma hayalimi kaldırıma hareket edemediğim kaldırıma bırakıyorum usulca. Yetiyor bana bunca yabancı insanı görmek. Giderek yabancısı oluyorum oturduğum sokağın, kaldığım apartmanın. Eskiden yeşilliğe, boşluğa bakan pencerem bugün kat kat binalara bakar oldu. İçim daralıyor, yeni yerlere gitmek istiyorum. Yeniden başlamak için boşluğu hayallerle doldurmaya. Gidecek yerler hızla daralmakta, bulamıyorum. Bulamadığım her güne bir üzüntü çekiyorum çünkü buralarda da artık üzücü haberler yeniden yaygın. Satymaktan yorulan parmaklarımı kesip bir şiirin sularında büyütüyorum:
Balıklar gibi üreyip kurbağalar gibi dağılacağız
kim olduğumuz aklımıza gelmeyecek
ne olduğumuzu bir bir unutacağız
bir nehrin kenarında
suya bakarken aklımıza gelecek
nasıl akıp gittiğimiz kalabalığa
ve yalnızlaştığımız