Başörtüsü Krizi ve Birlikte Var Olmak

Yangını ve savaşı başlatabilirsiniz, ancak nerede biteceğini siz belirleyemezsiniz.

Tarih boyunca ideolojik çatışmaların, kimlik mücadelelerinin ve toplumsal bölünmelerin sonunda kazanan olmamıştır. Bugün de benzer bir kısır döngünün içinde olduğumuz açıktır.

Ülkemiz, yeni bir krizle karşı karşıya: Adı, 'Başörtüsü Krizi!' Aslında bu kriz, 30 yıl önce Türkiye’de sahnelenmiş, kötü senaryolu bir filmin yeniden KKTC’de vizyona girmesinden ibarettir. Bir dönemde Türkiye’de yaşanan başörtütartışmaları, ciddi hak ihlallerine yol açmış, toplumu laik-anti laik ekseninde kutuplaştırmış ve toplumsal bağları zayıflatmıştı. Bu süreç, nesillerin intikamcı duygularla yetişmesine, bu intikam duygularının siyasette karşılık bulmasına ve toplumsal bölünmenin derinleşmesine neden olmuştu. Şimdi aynı filmi ülkemizde tekrar izlemeye mecbur bırakılmak, nostalji değil, tarihsel bir kısır döngüdür.

Mehmet Akif, Safahat adlı eserinde bu kısır döngüyü şu sözlerle anlatır: 

"Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?"

Peki, tarih neden tekerrür eder? Çünkü yöneticiler ve halk, geçmişin hatalarından ders almaz. İktidar mücadeleleri ve ideolojik saplantılar, bu kısır döngüyü daima besler. Türk milleti savaşçı bir millet olarak bilinse de barış, diyalog ve hoşgörü konusunda o kadar mahir olduğunu söylemek zor. Tarihte kurduğumuz 19 devletle övünürüz, ancak bu devletlerin neden yıkıldığıyla ilgilenmeyiz. Cepheleşmeyi ve tarafgirliği fazlasıyla benimser, çoğu zaman toplumsal uzlaşıyı geri plana atarız. Hâlbuki toplumsal uzlaşıyı önemsemeyen, dünyada güç ve iktidar peşinde koşanların mazi kabristanlığındaki durumu çok acıdır. Bu acı durumu Karacaoğlan şöyle ifade eder; "Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur,
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubur."

Tarihte kalıcı olmak temel hedef olsa da, tarihe nasıl geçeceğimizin kararı bizde değildir. Barışa, sevgiye ve kardeşliğe kucak açanlardır aşkın sultanı. İşte aşkın sultanı Mevlânâ der ki; 'Ne olursan ol, yine gel.' Bu çağrı Mevlânâ'nın hoşgörü, affetme ve herkesi olduğu gibi kabul etme anlayışını ifade eder. Mevlânâ, Türk boyları arasındaki çekişmeleri sona erdirmek ve beyler arasında birliği sağlamak amacıyla bu çağrıyı yapmıştı. Heyhat, hazretin sesine kulak veren olmadı ve koca çınar, Anadolu Selçuklu yıkılmıştı. Her yıkılış, yeni bir doğum demektir. Zaman düz bir çizgiyle hareket etmez; zaman dairesel bir hareket içindedir. Bugün uzlaşı içinde yaşayanlar üstte, uzlaşı dışında kalanlar ise altta yer alır. Ve bu döngü böylece devam edip gitmektedir.

Günümüz dünyası, artık modern ulus devletlerinin tek tip toplum tasavvurunu aşmış durumdadır. Bu anlamda, yeniçağınparadigması Mevlânâ’nın paradigmasından daha öteye geçmeli ve "Ne olursan ol, ben gelirim" olmalıdır. Birilerinin bize gelmesini beklemek yerine, farklı fikirdeki insanlara kulak vermek için kapılarını çalmalıyız. Günümüz dünyası çok kültürlü bir yapıya sahiptir. Farklılıkların birer zenginlik olduğunun bilinci, toplumsal huzurun temel taşıdır. Hoşgörü kültürünü güçlendiren en önemli unsurlardan biri de budur.

Çünkü diyalog, sadece kendini ifade etmek değil, karşı tarafın ne söylediğini anlamaya çalışmaktır. Kendi görüşünün doğruluğunun şehvetine kapılmak, başkasının ne dediğini önemsememek anlamına gelir. Oysa gerçek diyalog, yalnızca kendi sesini yükseltmek değil, tevazu ile başkasının sesini de işitme gayretidir.

Tıpkı kuşların yükselebilmek için kanatlarını aşağı indirmesi gibi, insan da yükselmek ve kendini göstermek için tevazu kanatlarını indirmelidir; aksi halde yukarı çıkması mümkün değildir.

İnsan, kimliklerinden bağımsız olarak dünyaya gelir ve onu kıymetli yapan bizzat insan olmasıdır. Halk arasında yaygınanonim bir söz vardır: "Önce insan, sonra Müslüman olunur." İnsanlık bir üst kimliktir; ideolojiler ve dinler ise alt kimliktir. Kur’an’da Hz. Muhammed’in tanımlanışı da bunu destekler: " Abdühü ve Resulühü." Yani önce insan olduğu vurgulanır, sonra peygamberliğine işaret edilir. Karl Marks her ne kadar dini "üst kimlik" olarak tanımlasa da din, insanın bir sıfatıdır, yani alt kimliğidir. Asıl olan insandır ve insan kutsal bilinmelidir.

Hani derler ya: "İnsan, birbirinin külüne muhtaçtır" diye; çünkü kül, bir zamanlar insanın eşyasındaki kirin temizlenmesi için kullanılırdı. Ne var ki, bugünün dünyasında, birbirinin kusurunu, yanlışını temizlemesine yardımcı olmak yerine, başkasının ocağına köz atma gayesi güdüyor. Oysa nefret, kalbin kanseridir; kalp ise nefreti taşıyamayacak kadar hassastır.

Daha önceki yazımızda, Snellman’ın Beyaz Zambaklar Ülkesi'nde toplumun farklı kesimlerine yaptığı uzlaşı çağrısına değinmiştik. Snellman, bu çağrısı ile – eğitimciler, din adamları, akademisyenler, askerler, avukatlar, köylüler, ebeveynler ve futbolculara, – seslenmiş ve altı asırlık bir esareti sonlandırarak, bugünkü Finlandiya’nın doğmasını sağlamıştı. Toplumun tüm kesimlerini içine alan bu ulusal çağrı, bir ülkenin kaderini değiştirmişti. Ancak ülkemizde yaşanan başörtüsü krizine tarafların yaklaşımı, toplumsal uzlaşı ekseninden oldukça uzaktır. Yaşanan bu kargaşa, geleceğimize ve çok kültürlü dünyaya entegrasyonumuzakatkı sağlamayacaktır.

Bu krize ideolojik anestezilerle yaklaşmamalı, ötekileştiricidili terk etmeli ve insan merkezli bir bakış açısına yönelmeliyiz. Mevlânâ’nın dediği gibi: "Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek gerek." Değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul etmeli, zamanın ruhuna uygun, çok kültürlü bir perspektifle hareket etmeliyiz ki insanın hür iradesi gelişebilsin. Modern köleliğe mahkûm olmayalım, anakronizme düşmeyelim, tarihi dondurmayalım, yeniliklereve özgürlüğe (hür iradeye) açık olalım.

Son söz olarak, gelin hep birlikte ideolojilerin esiri olmayalım ve toplumsal vahdete zarar vermeyelim. Artık bu kötü senaryolu filmi vizyona koymayalım.

Bu filmin sonucu belli: Mutlu olan yoktu ki!

Selçuk Genç.

I M G 4625