BUGÜN SADECE MARAŞ’A GİDELİM
Küçükken her yer aynı zanneder insan ya da biz küçükken öyleydi… Her ülke her şehir aynı zannederdik. Büyüdükçe ayniliği öğrendik. Hangi ülke hangi ülkeyle, hangi şehir hangi şehirle ayni. Eşleştirme aktivitesi gibi birer çizgi ile birleştirdik de kendi yarım kalmış adamıza çizilen o çizgileri silemedik aksine, çizdikçe çizdik eş olsun diye ülkeler ve şehirler birbirine.
İlkokula giderken tel örgüler yanından -her sabah- yürüdüğümüz yol bu kadar kısa mıydı gerçekten ve ellerimi sürmesem de gözlerimi süre süre yanından geçtiğim tel örgüler beni o günlerden kanatmaya başlamış olabilir miydi ki şu an içim kangren, iç kanama duygularım. Düşüncelerimiz her ülkenin aynı olduğuydu çünkü ülke bilmezdik henüz, şehir bilmezdik. Her gün o boş evleri, yıkık evleri, yasak bölgeyi uzaktan süzerken nasıl bu kadar canlı çiçekler - ağaçlar yetişiyor diye şaşmaya başlamamıştık. Normaldi tel örgülerin orada durması, her ülke aynı sanırdık, her ülke ortadan bölük, insanları pörçük sanırdık. Bölük pörçük yaşarken atalardan hasreti miras almak adetten ve hak sanırdık. Üzerimize kalacak olan bu mirası iade edemeyeceğimiz gibi bir meşale edasıyla nesilden nesile havale edip “bir gün..” diyerek beklemenin adına yazgı mı diyecektik ya da dedik?
Bu kadar ev varken bu kadar evsizlik, yerliyken yersizlik… Doğulan evlerin yıkılması, yolundan geçtiğin binaların yıkılması, kültürü dili geçtim de mimarinin kırılması… Her şey ne kadar normal. Hayat pahalılığı neden olabilir miydi bizi bu kadar meşgul etmeye ve bir gün gerçekten de sekilerin üzerine oturup isyan edecek miydik düzenin getirdiğine ve bizden götürdüğüne? Götüreceği bir şey kalmayınca bunlar olacak mı gerçekten de?
Çam ağaçlarının fazla olduğu okul avlusunda çam fıstığı ararken bir gün bunları yazacağımı düşünemezdim, tıpkı ağaçların nasıl inadına meyve verdiğini düşünemediğim gibi. Bir gün fabrikaların işlevini kaybedeceğini de düşünemezdim. Çalışan kesimin böyle hızla değişeceğini, gelişim dışı değişip bizi de değiştireceğini yok etme babında; nasıl düşünebilirdim?
Ağaçların içine karışıp tepesinden bakarken aşağıya korku yoktu, bel fıtığı yoktu, yük yoktu, daha sorunsuz ve sorgusuz günler yaşıyorduk ya da çok çocuktuk. Büyüdükçe ağırlaştı yasak olan her şey. Yasak normal değildi demek ki çoğunlukla, yasal değildi birçok şey çoğunlukla.
Yıllardan sonra yasak olması yasaklanan Maraş’a vardığımda öfke ve üzüntüden ağır basmışsa “özünde hissetmek” ve ne kadar acı olsa da iyi geliyorsa sokakları, nedeni içinde hâlâ taşıdığı kimliktendir ve eskimeyen duvar renginden yıllar geçse de. Turuncu ve mavi tonunun dengesi ve inadına ayakta kalmaya direnmeleri belki, çevrilseler de sarmaşıklar tarafından kaplandıkları yerlerin çürümemesi, yaşamların çürüyüp solmasına rağmen.
Yıkık evler önünde fotoğraflar çekmek de o çekilen fotoğraflarda gülümsemek de serbest. Arkadaki evlerin penceresinden bakan yüzler ağlasa da sorun değil “gülümseyin çekiyorum mantığı” sinsin içinize. Gülümsememek yasak! Ellerinde projelerle gezsin takım elbisesi olan da olmayan da hatta abiye giymek dahi serbest abiler. Yasak değil artık hiçbir ifade(!) yasal ama dikkat sigara içmek hep tehlike. Mantığınızı kaybedip seri adımlarla uzaklaşabilirsiniz hatta bisikletler var daha hızlı gitmek isterseniz mantığınızdan çok uzak bir yere. Varacağınız yer akıldışı, kurun düzeni yaşayın orda mantık zaten ne?
Özünüzde hissettiyseniz yeterince çıkabilirsiniz alandan, dönebilirsiniz bozuk düzene, çarpık yapılara, dip dibe apartmanlarınıza ve perdeleri dahi sıkıca kapatabilirsiniz karşı komşu ile sürekli yüz yüze gelmeyesiniz diye. Bahçeniz yok nasıl olsa artık ve hava da alamazsınız kötü hissedince. Ağaçlar deseniz yolda fazlalık misali kalmadı söküle söküle. Ciğerlerinizi de söke söke aldılar zaten artık nefes alsanız ne almasanız ne?
Tüge Dağaşan