Ne zaman olduğunu unutacak kadar eskiydi zaman ve kaç yaşında olduğumu unutacak kadar geçmiş.
Kıyıya vuran kocaman bir kaplumbağa, gördüğüm tek büyük kaplumbağaydı çıplak gözlerimle. Kaplumbağalar, neden, ölmez sanırdım o güne kadar bilmiyorum. Şimdi düşününce o kadar büyük müydü gerçekten?
Sonrasında öğrendim ki kaplumbağalar ölür, kediler-köpekler-kuşlar ölür. Karıncalar basılır, arılar çiçeksiz kalır. Tüm canlılar, diğer canlılar tarafından yok edilir, nefessiz kalır. Yürüyüp geçersin, göz ucuyla dahi bakmadan, yanından. İnsan yanınız acısa durup ağlardınız, ağlamadınız; "siz bazıları." Her gördüğümüz ve duyduğumuz canlı kaybı karşısından durup ağladık; "biz bazıları."
İstemeden bir canlının canını yakıp günlerce vicdan azabı çekenler ve katil dahi olsa bir an bile pişmanlık duymayanlar. İyiler ve kötüler ve dünyayı kendi yarattı, canı kendi verdi de istediği zaman alır sananlar ve bunu yapanlar. Bunu yapanlara bir türlü engel olamayanlar ve olmak için mücadele verenler. Hep ama hep illa ki ikiye dörde beşe ayrılanlar. Tarafsız kalanlar ise her tarafa uğrarlar.
O kadar çok ölüm yaşandı ve giderek artarak yaşanıyor ki. Doğal ölüm olgusu değil bu, bu bildiğin cinayet. Düşünmenin, yazmanın ve okumanın yorduğu, üzdüğü, ağır geldiği cinayetler. Adanın içine giderek yayılan ve adanın laneti gibi adayı saran. Denizin temizlediğine, tuzun kötülüğü sildiğine inanıp da evleri deniz suyu ile silmek yok artık. Denize şimdi öldürülen canlıların kanı bulaştı. O kaplumbağa kendi istemedi naylon poşetlere sarılarak can vermeyi ve sahile vurmayı ya da ağlara takılarak çünkü üzeri hep ağla kaplıydı. Belki de yüzemedi diye boğuldu ve ne garip bir cümle bu deniz canlıları için kurulan. O insanlar da yaşarım umudu ile kaçarken bir yerden bir yere kendileri istemedi, hiç bilmedikleri sahillere cesetlerinin vurmasını ama vurdu. İnsanın yüzüne tokat gibi bir bir iki iki vurdu. Kumlara değil yanaklara, yüzlere, gözlere ulaştı o cesetler çünkü her ne kadar bir zamanlar bir bedende vücut bulsa da bilmediğimiz ruhları şimdi hiç bilmediğimiz yerdeler ve bildiğimiz yerlerde terk ettikleri vücutları.
Yusuf Hayaloğlu'nun şiirinden önce miydi sonra mıydı insanın vaktinden önce gittiğini anlamam bilmiyorum; "Vaktinden önce gider mi insan? / Gidiyorlar işte.. /Duvarda hırkaları /Cebinde fotoğrafları"
Gidiyorlar haber bile vermeden diyerek giden bir şiir. Çok yerlere götürür insanı bu şiir. Her birimizi farklı kişilere ve bazen de aynı kişilere ve değişmeyen tek şey belki de hep gidenlere götürür bizi bu şiir, her ne kadar gitseler de yakalarız hep onları.
Sevgidir bunun nedeni, sınırsız sevgi-sonsuz sevgi. Mavi Göle Dönüş adlı filmde der ki; "sevgi kutsaldır, sevgi kusursuzlaştırır." Bu yüzden sevgisiz olanlar hep kusurlu, hep kötü. Canlar alıyorlar, içimize kadar girip canlarımızı alıyorlar ve artık o kadar yakın ki bu olaylar, biz nasıl başarıp da dışında kalacağız diye düşünmeden edemiyor insan. İyi şeyleri fark edecek güç bırakmıyorlar fakat içimizde polyannaya taş çıkaran deli bir inanma hayali. "Bir gün mutlaka" diyerek kurulan ve sonlanan cümleler, hayatımızla aynı paydada kurulan. Filme bakınca hak veriyor insan sonuna. Medeniyete doğurmak istemiyor çocuğunu bir anne. İzin vermeyeceğim diyor medeniyette doğmasına. Burada, insanların olmadığı adada, doğmasını istiyorum diyor. Çünkü medeniyet olarak karşılaştığı insanlar canını yakıyor, yakmak istiyor. İnsansız adada doğurmak istiyor; kötülüğün, yalanların ve silahların olmadığı bir yerde. Kaç kez izlemişimdir de son cümleleri ilk kez farketmişimdir hep.
İnsan kumların üzerine oturup yarım kalmış çeyrek adayı izlemeden edemiyor denize bakarak, en çok da dalarak derler ama siz dalmazsınız gayet de farkındasınızdır neyi izlediğinizin ya da neye tanıklık ettiğinizin. Kimsenin yerleşmediği bir köye gidip yerleşmek istersiniz o an, tıpkı o filmdeki gibi. Adadasınız fakat artık adada olmayan yoktur, yaşanmayan kalmamıştır. Başka adalar istersiniz ya da kimsenin yerleşmediği köylere yerleşmek. Babanızın köyüne mesela. Babanızın doğduğu ama büyüyemediği o köye. Doğduğu ama yaşlanamadığı o köye. Doğduğu ama ölemediği o köye...