Kan Hafızası ve Travmatik Toplum: Bölüm 3 Millet-i Hâkimden Millet-i Mahkûmeye: Kıbrıs Türk Toplumu ve Travma
"Statü kaybı travmayı belirler ve toplumsal hafızada kalıcı izler bırakır."
2. bölümde travmanın tanımını ve nesillere etkisini ele almıştık. Bu yazımızda, 1878 yılında adanın İngiltere’ye bırakılmasıyla "millet-i hâkime" statüsünden "millet-i mahkûme" konumuna düşen Kıbrıs Türk toplumunun yaşadığı travmatik sürece değineceğiz. Osmanlı’dan İngiliz yönetimine geçiş süreci, Kıbrıs Türk toplumunun kimlik, güvenlik ve geleceğe yönelik kaygılarıyla derinleşmiş, statü kaybı toplumsal izolasyon ve siyasi güçsüzleşmeyle birlikte varoluşsal endişelere yol açmıştır. Bu ani dönüşüm, toplumsal hafızada kalıcı izler bırakmış ve nesiller boyu travmatik etkilerini sürdürmüştür.
Kıbrıs’ın Osmanlı’dan İngilizlere Geçişi: Tarihsel Arka Plan
93 Harbi, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında 1877-1878 yılları arasında gerçekleşen bir savaştır. Savaşın nedeni, Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'daki toprak hâkimiyeti ve nüfuz mücadelesiydi. Rusya, Ortodoks Slav halklarını destekleyerek Osmanlı’ya yönelik baskı yapıyordu. Osmanlı İmparatorluğu, bu harekete karşı direnememiş ve savaşı kaybetmiştir. Savaşın ardından, 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğu Anadolu ve Kafkasya bölgelerini ele geçirmiş ve Bulgaristan'ı bağımsız bir devlet olarak resmileştirmiştir. Ancak, bu antlaşma Avrupa devletlerinin büyük tepkisini çekmiştir. Özellikle İngiltere ve diğer Avrupalı devletler, Rusya'nın Balkanlar üzerindeki genişlemesine karşı çıkmıştır. Sultan Abdülhamid, 93 Harbi ile devletin yıkılacağı endişesini taşımış ve İngiltere’nin 1856 Paris Barış Konferansı’nda ifade edilen "Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün korunması" maddesinin uygulanmasını talep etmiştir. Fakat Avrupa devletleri bu talebe olumsuz yaklaşmıştır. İngilizler, Ayastefanos Antlaşması’nın kendileri ve Avrupa için tehdit oluşturduğu düşüncesiyle antlaşma hükümlerinin tekrar ele alınacağı bir konferans önerisinde bulunmuştur. Ayrıca, İngiltere, Süveyş Kanalı’nın ve Hint sömürgelerinin tehlikeye gireceği endişesiyle Abdülhamid’den Kıbrıs’ın İngiltere’ye verilmesini talep etmiştir. Sultan Abdülhamid bu talebe sıcak bakmayınca Osmanlı'yı tehdit etmiş ve Berlin Konferansı'ndan 9 gün önce diğer Avrupa devletlerinin bilgisi dışında, gizli olarak Osmanlı Devleti ve İngiltere arasında 4 Haziran 1878 tarihinde Kıbrıs Konvansiyonu imzalanmak zorunda kalınmıştır. Bu antlaşma Kıbrıs’ın İngilizlere ilhakı anlamına gelmediğini belirtelim. Zira I. Dünya savaşında 1914 yılında İngilizler adayı tek taraflı ilhak etmiş olduğunu ilan etmesi 1878 yılında yapılan antlaşma ile adanın hukuki pozisyonunun Osmanlı lehine devam ettiği ve ilhak anlamı taşımadığının göstergesidir. Kıbrıs Konvansiyonu ile Kıbrıs'ın Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliğinde kalmasına rağmen, İngiltere geçici olarak ada yönetimini devralma hakkını elde etmiştir. Sultan II. Abdülhamid, antlaşmaya şerh koyarak, "Hukuk-u Şahaneme asla halel gelmemek şartıyla" diyerek Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenlik haklarının korunmasını ve bu toprağın hukuken Osmanlı'ya ait olduğunu belirtmek istemiştir.
Avrupa devletleri Ayestefanos Antlaşmasının hükümlerini kendileri lehine olacak şekilde 13 Haziran 1878 Berlin Konferansı toplanır ve konferansta alınan karar 64 madde halinde 13 Temmuz 1878 Berlin Antlaşması ile hayata geçirilmiştir. Genel olarak Berlin Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'daki toprak kayıplarını resmileştirmiş ve Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ gibi bağımsızlık kazanan veya özerklik elde eden devletleri tanımıştır. Osmanlı, Berlin Konferansı'ndan istediği sonucu alamamış ve birkaç madde dışında (Bulgaristan’ın tek bir krallık olarak kabul edilmemesi ve 3’e bölünmesi, doğuda bazı yerlerin Osmanlı’ya verilmesi dışında) kayda değer bir değişiklik olmamıştır. Bu anlaşmalar adanın statüsünde değişikliğe sebep olurken, Türkler için bu süreç, "milleti hâkime" iken "milleti mahkûme" konumuna düşmesi anlamına gelmiştir. Bu durum, Kıbrıslı Türkler için derin bir travmatik dönemin başlangıcı olarak hafızalara kazınmıştır.
Millet-i Hakimeden Millet-i Mahkûmeye: Statü Kaybı ve Travmatik Süreç
1878 yılında adanın siyasi bir kararla İngilizlere bırakılması, Kıbrıslı Türkler için “seçilmiş travma” olmuştur. Niyazi Kızılyürek, Osmanlı’nın adadan çekilmesiyle Kıbrıs Türk toplumunun "statü kaybı" yaşadığını ve I. Dünya Savaşı sonrası İngilizlerin tek taraflı adayı ilhak kararı alması ile 1923 Lozan Antlaşması sonrası adanın resmen İngilizlere bırakılmasının, Kıbrıs Türk toplumu için bir "varoluş endişesi"ne dönüştüğünü ifade eder. Statü kaybı, adaya olan aidiyet duygusunun zayıflamasına ve bunun doğal sonucu olarak göçlere ve gelecek adına “sürekli belirsizlik” duygusunu tetiklemiştir. Kıbrıs Türk toplumunun İngiliz yönetimi altında "millet-i hâkime" statüsünden, siyasi ve sosyal olarak "mahkûm" bir azınlık konumuna düşmesi, Kıbrıslı Türklerin toplumsal hafızasında derin izler bırakmıştır. Bu süreçte yaşanan statü kaybı, varoluşsal endişe ve geleceğe yönelik kaygılar, Türk toplumunun kimlik mücadelesini ve kültürel direncini şekillendiren temel unsurlar haline gelmiştir. Mehmet Zekâ Bey'in[1] Osmanlı sonrası Kıbrıs Türk toplumunun ruh halini şu sözlerle ifade eder:
"Bu adadan Osmanlı ayrıldıktan sonra geride kalan Türkler ana şefkatinden mahrum kalmış yetimler gibiydi. Epey zaman, ne zaman ne yapacaklarını şaşırdılar ve hatta yetimliklerini idrak etmekte hayli geciktiler."
Bu ifadeler, Osmanlı sonrası siyasi ve sosyal dönüşüme adapte olamayan Kıbrıs Türklerinin yeni şartları kavramakta zorlandığını ortaya koyuyor. Mehmet Zekâ Bey’in ifadeleri, travma kavramıyla doğrudan ilişkilendirilebilecek önemli bir dönüşümü yansıtmaktadır. Kıbrıs Türk toplumunun Osmanlı sonrası dönemde yaşadığı kimlik ve statü kaybı, toplumsal bir travmanın belirtilerini taşır. Travmayı besleyen unsurları ifade edecek olursak;
Hakim Milletten Mahkum Millete Düşüş: Osmanlı yönetimi altında "hakim millet" statüsünde olan Kıbrıs Türkleri, Osmanlı’nın çekilmesiyle iktidar, güç ve statü kaybı yaşamıştır. "Ana şefkatinden mahrum kalmış yetimler" metaforu, bu ani değişimin yarattığı kimlik krizi ve toplumsal travmayı özetler.
Yetimlik ve Aidiyet Kaybı: “Yetim kalma” ifadesi, aidiyet kaybı ve korunmasızlık duygularını açığa çıkarır. Osmanlı yönetimini kaybeden Kıbrıslı Türkler, belirsizlik ve kimlik erozyonu yaşamış, bu durum şok, anlamlandırma ve kabullenme aşamalarından oluşan bir travma sürecine neden olmuştur.
Statü Kaybı ve Toplumsal Rekabet: Kıbrıs Rum toplumunun ekonomik ve siyasi anlamda öne geçmesi, Kıbrıs Türklerini rekabet eşitsizliği ile karşı karşıya bırakmıştır. Statü kaybı yalnızca psikolojik değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik bir travmaya yol açarak teşkilatsızlık ve yenilmişlik hissini derinleştirmiştir.
Toplumsal Bütünlüğün Zedelenmesi: Bu travma, mağduriyet bilincine dayalı bir kolektif bellek yaratmıştır. Mağduriyet duygusu, direnişi motive ederken aynı zamanda etkisiz ve tepkisel politik yaklaşımların (palliative opposition) temellerini oluşturmuştur.
Sonuç olarak, Kıbrıs Türk toplumu, Osmanlı sonrası dönemde yaşadığı kimlik ve statü kaybıyla derin bir toplumsal travma süreci geçirmiştir. Bu süreç, toplumda aidiyet duygusunun zedelenmesine, belirsizlik ve rekabet eşitsizliği gibi zorluklarla karşı karşıya kalınmasına sebep olmuştur. Kıbrıs Türk toplumunda statü kaybı, yalnızca psikolojik değil, sosyo-ekonomik bir travma yaratmış ve teşkilatsızlık ve yenilmişlik hissini derinleştirmiştir. Mağduriyet duygusu, toplumsal bütünlüğün zedelenmesine ve kolektif hafızada silinmez izler bırakmasına yol açmıştır. Bir sonraki bölümde, Rum toplumunun yükseliş taleplerinin oluşturduğu toplumsal gerilime değineceğiz.
[1] Mehmet Zekâ, Kıbrıslı Türk toplumu için önemli bir hukukçu olup, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Hakimlik ve Kavanin Meclisi üyeliği gibi görevlerde bulunmuştur.