Resim1Laikliğimizi Ararken!

Söz uçar, yazı kalır... Ama öyle sözler vardır ki, akla yazılır, kalbe not edilir!

Modern seküler çağda din, garip bir misafirdir. Bizde ise baş üstünde yeri vardır! Lakin bazı sembollerle ilişkimiz hâlâ muğlaktır. Mesela başörtüsü… Misafir midir, baş üstünde mi olmalı? Hâlâ net değildir. Bir inanç göstergesi midir, yoksa bir siyasal simge mi? Devlet Ricali (ulema, süleha, vezir, vüzera) da toplum da bu konuda kararını henüz vermiş değildir. Bugünkü tartışmalara bakıldığında, başörtüsü artık inançtan çok siyasetin ve kutuplaşmanın simgesidir.

Ne gariptir ki din, kendi değerleriyle çelişen iktidarların da muhalefetlerin de savaşmayı pek sevdiği bir alandır. Toplum da bu alanda konuşmaya bayılır; hatta konuşmaya doyamaz. Cehaletin silikleştiği, herkesin kendini âlim saydığı bir zemindir burası. Bilginin değil, konuşma şehvetinin hüküm sürdüğü bir alan... Öyle ki, din ve vicdan özgürlüğü bile, bu dil şehvetinin hoyratlığından “özgürce” nasibini alır!

Kavramlar birbirine karışmış durumdadır. Laiklik, kimine göre toplumu arındıran bir cennet kapısıdır; kimine göreyse maneviyatı yok eden bir cehennem zebanisi. Herkesin birbirine yafta yapıştırma yarışında olduğu bir iklimdir burası. Öyle ki insan adeta Gufi sendromu[1] yaşar: Duyar ama duymaz; görür ama idrak etmez. Hisler yüksektir, ama anlam düşüktür. Burası öyle bir zemindir ki; meyyiti bile gassalin elinde bırakır; selâsı okunmaz! Kimi “yobaz” ilan edilir, kimi “mürteci”… Kimine göre başörtüsü direnişin nesnesi, kimine göre siyasetin öznesi; oysaki o yalnızca inancın sembolü...

Aslında laik-antilaik çatışması, bizim sosyolojik zeminimizde teorik olarak bile tutarsızdır. Çünkü dindar insan da bir anlamda laiktir; zira İslam’ın özünde ruhban sınıfı yoktur. Laiklik, devletin tarafsızlığına dair bir ilkedir; ama biz onu bir kimlik savaşına dönüştürdük. Kavramlar üzerinden sürdürülen bu savaşta ne bilgi hâkimdir ne de sağduyu… Hırsızlığa, yolsuzluğa, ahlaksızlığa karşı gösterilmeyen toplumsal refleks, konu dine gelince bir anda alevlenir. Çünkü inanç üstünden çıkan tartışmalar tatlıdır: Tuzlu su gibidir; içtikçe daha çok susatır. Çin tuzu gibidir; lezzetlidir, kışkırtıcıdır, bağımlılık yapar. Taraflara haklılık hissi verir; üstelik aidiyet duygusu da sunar.

Türk’üz ya, savaşmayı biliriz; ama barışmayı pek beceremeyiz. Ne şeriatı biliriz ne örfi hukuku… Hâlbuki bu topraklarda şer’i mahkemelerin yerine medeni hukuk geldiğinde ne ortalık yıkıldı ne de mahkemeler çöktü. Ne sokaklar karıştı ne de “şeriat isteriz” diye nutuklar atıldı. Ne Kıbrıslı Derviş Vahdetî’ler[2] çıktı meydanlara ne de örfi divanlarda[3] idamlar yaşandı. Ama iş laikliğe geldi mi, Bastille zindanlarından çıkmış devrimciler gibiyiz: Kimimiz Voltaire, kimimiz Rousseau, kimimiz Montesquieu kılığına gireriz. Sanki Aydınlanma’nın tüm çilesini biz çekmişiz gibi…

Oysa ne ruhban sınıfı var bizde, ne de cismanî ve ruhanî iktidarın iç içe geçtiği bir tarih. Ne bir Papa var tacı kutsayan, ne de din adamlarının ilahi bir otoritesi... Bu topraklarda toplumun her ferdi doğası gereği laiktir. Ama biz, Don Kişot misali, laiklik adına yel değirmenlerine savaş açmışız. Aynı kaygıları taşıyıp farklı yönlere koşan maratoncular gibiyiz. Paradoksal bir uzlaşının[4] içinde, çelişkinin kıyısında debelenip duruyoruz.

Coğrafyamız gereği arabeski severiz; nostalji ise vazgeçilmezimizdir. Otuz yıl önce Türkiye’de sahnelenmiş, kötü senaryolu bir filmi yeniden izlemekten keyif alırız. Hatta figüranı olmak için sıraya gireriz. Ateşe atılan ateş böcekleri gibiyiz. Sonucu biliriz; ama yine de merak ederiz. “Bir kereden bir şey olmaz,” der, gözümüzü kırpmadan atlarız.

Oysa bu savaşın kazananı yoktur. Bu bir Pirus Zaferi'dir: Kazanırken kaybettiren, zaferin bile mağlubiyetle iç içe geçtiği bir akıl tutulması. Ne demişler, bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir süvariyi, bir süvari bir orduyu, bir ordu bir toplumu yok eder. Kimimiz laikliği, kimimiz dini kurtarıyoruz; hâlbuki kurtarılması gereken insandır. Bir kaht-ı rical[5] yaşıyoruz; insanı merkeze alan, doğal uzlaşıyı arayan insanı arıyoruz... Peki, nedir bu doğal uzlaşı? Başörtüsünü takıp takmamayı bir çatışma sebebi değil, kişisel bir tercih sayabilen olgunluktur... Homo Sapiens ile bir yere kadar... Sanırım yeni bir insan türüne ihtiyaç var: Adı Homo Empaticus. Bu tür, empati ve vicdanla düşünen bir türdür... Eğer bir gün bu vicdanlı tür bulunursa, işte o zaman tüm bu sorunlar çözülür. Ama bu tür bulunana kadar, ne bir öğrencinin başörtüsüyle okula girme arzusu çözüme kavuşacak, ne de onu siyasallaştıran anlayışın hırsları.

Ve bu insan türü bulunana kadar:

Gazamız (!) mübarek olsun…

Aaaaa


[1] Gufi, Rumcada “sağır” anlamına gelir. Aslında işiten bir yılandır; yavaş hareket ettiği için sağır sanılmıştır.

[2] Derviş Vahdetî (1870–1909), II. Meşrutiyet döneminde dinî ve siyasî söylemleriyle öne çıkan, Kıbrıs Lefkoşa doğumlu bir gazeteci ve siyasal figürdür. 31 Mart Vakası sonrası yargılanarak idam edilmiştir.

[3] Divan-ı örfî, olağanüstü durumlarda kurulan sıkıyönetim mahkemesi anlamına gelir.

[4] Aynı konuya dair benzer endişe ve kaygıları taşıyan bireylerin farklı ve birbiri ile çelişen sonuçlara varması.

[5] Kaht-ı Rical: İnsan kıtlığı.