Çocukluğumuz henüz bölünmemiş bir Kıbrıs’la beraber yarısı da tellerle çevrili hayalet bir kente dönüşmemiş bir Mağusa’da geçmişti.
O yıllarda Mağusa henüz “Gazi” de olmamıştı. O zamanlar Gazi sadece Baf kasabasıydı. Kasaba da dedikleri Baf ne zaman “Gazi” olmuştu hatırlamıyorum ama “Kıbrıs Türk Mücahidi’nin Sesi” Bayrak radyosu hafta sonları maç sonuçlarını vermek için Baf’a bağlandığında rahmetli Hüseyin Irgat hep “Gazi Baf’tan” sesleniyordu dinleyicilere. Şimdilerde Mağusa “Gazi” olmuş, peki Baf da “Şehit” mi olmuştu acaba!
Bu kısa anekdottan sonra o günlerin Mağusa’sını o anlı şanlı “kahraman” komutanların gözüyle değil de 10 yaşındaki bir çocuğun gözüyle sizlerle paylaşmak istiyorum. 1960’ların sonu ve 1970’lerin ilk yarısını gayet iyi hatırlıyorum. İlkokul yıllarımdı. Tek bir kurşun veya bomba sesi duymamıştım ama okullarda hocalarımız bir şeyler anlatıyordu hep. Gerçek olan yaşadığım günler miydi yoksa bize çok uzak gelen o anlatılanlar mıydı, bilemiyorum.
Mağusa’da hayat “Çarşı Meydanı” denilen şimdiki Namık Kemal Meydanı’nın etrafında geçiyordu. Köy otobüsleri sabahın altısında yüzlerce insanımızı oraya getirip boşalttığı gibi, Mağusalılar da o saatlerde işe gitmek için çarşıdan uğrayıp sandüviç veya kebapla kahvaltılarını yapıyordu. Yine o saatlerde açılan bandabuliyadan et veya yeşilliklerini sabah erken saatlerinde alıp işe gitmeden eve götürenler de oluyordu.
Gerek köylerden gelen işçiler gerekse Mağusalıların çoğunluğu ya limanda ya da Maraş’ta Kıbrıslı Rumlarla beraber çalışıyorlardı. Mağusa’da doktor veya avukat ya da devlet memuru parmakla sayılacak kadar azdı. Çoğunluğun çalıştığı yer liman veya Maraş’tı. Buralarda işçiler çoğunlukta olsa da değişik sorumlu pozisyonlarda veya müdür olarak da çalışanlar vardı. Ayrıca en çok gidilen sahillerden biri de Maraş’ta “Deve Limanı” dediğimiz kumsaldı. Halk plajıydı ve turistlerle beraber Kıbrıslı Türklerin uğrak yeriydi. İçerdeki bir kayalığın deve hörgücüne benzemesi nedeniyle burasına “Deve Limanı” denmiş diyordu oranın yasal sakinleri. Kıbrıs Türkler de orada geçmişte develerin yıkandığı yer olduğuna inanırdı Deve Limanı’nın.
Kıbrıslı Türkler bu yıllarda kentin her yerine sorgusuz sualsiz girip çıkabilirken Kıbrıslı Rumlar’ın suriçine girişi sur kapılarındaki barikatlardan dolayı mümkün değildi. Yani kısacası yasaktı!
Bu iki olgu hep kafamı kurcalardı o yıllarda. Türkler ve Rumlar çatışma halinde diye anlatan hocalarımızın aksine Mağusa’da tek bir silah sesi duymamıştım. Kıbrıslı Türklerin barikatlarda yoklandığı gerçeği anlatılırken Mağusa’da doğup büyüyen Kıbrıslı Rumların yoklanmaya da gerek duymadan Mağusa suriçine girişinin yasak oluşunu kafamda yerli yerine oturtamıyordum. Ayrıca her gün binden fazla Mağusalıyla beraber köylerden gelen Kıbrıslı Türki sabah suriçinden geçip Kıbrıslı Rumlarla beraber çalışmak için limana veya Maraş’a gidiyorlardı.
Yazılanlar, anlatılanlar ve yaşanan gerçekler Mağusa’da bir türlü üst üste oturmuyor yani örtüşemiyordu. Bunu kime sorsam sorgulasam “çocuklar çok soru sormaz” ya da anlamadığımda cevap vermeye kalkışsam “büyüğüne cevap verme” azarıyla karşılaşıp yerimize oturtuluyorduk.
Sabahları da ilkokulumuzda ilk dersimiz “Günlük Olaylar” dersi idi. Her çocuk sabah ilk derste kooperatiften gelen sütünü içerken bir günlük olayı veya haberi ayağa kalkıp sınıfla paylaşmak zorundaydı. Benim her gün paylaştığım haber dün gibi aklımda hala: “Beşli görüşmeler BM genel Sekreteri Kurt Waldheim’ın da katılımıyla devam ediyor.”