“ANNE BEN BİR APTALIM” - yenilgi-
Her çağ kendi cehennemini yaratan insanlarla dolu mudur yoksa ilk çağlardaki canlılar daha mı mutludur son çağlara göre, bunu belki de hiç bilemeyeceğiz ve bir gün bilebilirsek bundan haberimiz bile olmayacak.
“Anne ben bir aptalım” diye söylenir Nietzsche. Peki neden? “Anne, senden özür dilerim” dediğine dair de bir rivâyet vardır fakat “anne ben bir aptalım” daha yaygındır, bunun sebebi nedir?
Çünkü aptalız. Aptalım. Aptal. Abdal olamadığımız dünyada aptal olabiliyoruz kolayca. Ardından da bizim de suskunluğumuz başlar, sebebi Nietzsche’de olduğundan farklı olsa da. O, bu sözler ardından on yıl kadar susmuş, birçok şey yaşamış fakat eskisi gibi olamamış bir daha. Biz de aptal olduktan sonra ağırlıklı olarak susmayı tercih etmiyor muyuz? Bilgelik susmakta olsa da bazen, bazen değil. Susmak bir cevapken bazen, bazen de değil.
Hayatımda ilk kez bir at ile yüz yüze geldiğimde duyduğum heyecan, şu an gibi aklımda. Atın gözbebekleri ile gözbebeklerim sanki birleşmişti, gözünde yatay bir çizgi, bir eksi, artılarla dolu bir eksi. Ne büyülü bir manzaraydı o. Kocaman gözler. O gözler; iki yanı da net şekilde, geniş şekilde algılayabiliyor. Bundandır ki at gözlüğü takma gereği duyulur onlara, görüş mesafelerini azaltmak hatta daraltmak için. Biz onlar kadar geniş algılayamadık hayatı, onlar kadar akıllı olamadık diye içimiz içimizi yiyor, başka zeki canlı türleri ile tanıştıkça. Ve ne kadar geniş bakarsak -bize de- o kadar at gözlüğü takmaya çalışıyorlar.
Zulüm, egolarımızı hafifletiyor. Gayet açık bir şekilde ortadadır ki kötülerle dolu bir kümese kapatıldık. Evren denen sonsuzlukta, dünya denen yerde, yarım bırakılmış çeyrekleştirilmiş bir adada, kendimiz ile kavgadayken kocaman bir hayattan soyutlanarak devam etmeye çalışıyoruz ya yaşamaya… İşte bu yaşamak, yaşamın dışında.
Neresinde olursak olalım yaşamın; kıyısında, köşesinde, başında, ortasında, sonunda… hiç fark etmez; iliklerimize kadar işliyorsa acısı diğer tüm canlıların, biraz olsun hissedebiliyorsak karşımızdakinin acısını, insansak, hayvansak, bitkiysek, canlıysak yani sonuçta işte o zaman hep zordur nefes almak.
Kırılan ağaçları görünce yolda, bir acı sarıyor içimin yapraksız dallarını. Üşümeye başlıyorum, iliklerime kadar buz kesiyorum. Donuyorum desem yeridir hani, ellerim ayaklarım titrerken, konuşamayacak kadar titriyor dişlerim. Abartmak da değil bu ve her duygu sonsuz abartılmalıdır bazen. Özellikle de acı. Dostoyevski’yi geç okuyorsanız mutlaka bir sebebi vardır, acıyla tanışmışsanız özellikle de öncesinde, daha okuma yapmadan.
Fırtınalar tehlikeliyse, insanın çevreye bilinçsizce attığı çalıdan çöpten eşyadan naylondandır. Asla durulmayan, her an daha da kuduran insan; öyle vahşi, öyle ilkel ki birçok konuda, birçok toplumda. Uslanmıyor içinin fırtınası. Yok etme eğilimi, yeni bilenen bir kılıç misali en ince ayrıntısına kadar kesiyor, bölüyor, parçalıyor karşısındakini hem de hiç acımadan.
Nietzsche, kırbaçlanan atı görünce ne hissedebilirdi ki başka, nasıl sarılmazdı ki boynuna, nasıl acıdan kendi bayılmaz ve sonrasında da derin sessizliğe ulaşmazdı? Nasıl aksi olabilirdi ki tüm bu yaşanılanın? Günümüze kadar yapılan her zulüm karşısında bizler de -çoğumuz- üzülmedik mi iliklerimize kadar? Hayretler etmedik mi, alıştırılmış olsak da hâlâ daha içimizde bu acıları; Yeşil Yol filmdeki John Coffy karakteri kadar içten hissetmiyor muyuz? Zaten bundan dolayı insanların bazıları, insandan uzaklaşmıyor mu?
Dilsiz canlılara yapılan zulüm/ler; bunlar öyle yorucu, öyle üzücü ki, kalbi hassas olanlar, özellikle de hassas olanlardan daha hassas olanlar için dayanılmaz bir hâl. Goethe’nin dediği gibi “dünya hassas kalpler için bir cehennemdir.”
Ve anne ben de bir aptalım, insana yenildim insan olsam da.
Tüge Dağaşan