“Şiire neden sığınır ki insan” sorusundan önce “şiire neden sığınmasın ki insan” sorusunu sormalı. En acı, en baş edilmez, en cevapsız zamanlarda şiire sığınır insan. Başka neye sığınabilir, hiç bilmiyorum. Başka ne anlatabilir acıyı, hiç aklıma gelmiyor. En dip kuyuları gösteren o kelimeler, o cümleler başka nerede karşımıza çıkabilir hiçbir fikrim yok. Daha nasıl bu kadar derin anlatılabilir ki ağaçtan düşen yaprak, ayakaltında ezilen yaprak, kurak toprak…

 

En acı an’ı nedir insanın? En iyi hangi şiir tanımlar acısını? Acı. Acı öyle bir duygu ki şiir okumayıp ne yapacaksın, şiire gömmeyip dilini ne yapacaksın… Şiir kadar ne haykırabilir ve ne sağır edebilir kulakları. Nâzım’ı düşünün, Nâzım “dert çok hemdert yok” demese, “yüreklerin kulakları sağır” demese, nerden anlayacaktık “havanın kurşun gibi ağır” olduğunu.

 

Kurşuni renklerini dinlemesek Sezen’in. Nereden bilecektik, “henüz hazır olmadığımızı.” Yarım kaldığımızı en iyi hangi şarkı anlatabilirdi? Yaşamamız gerekenler olduğunu ama yaşatmadıklarını, yaşayamadıklarımızı. İçimizdeki öfkeyi şiire gömmezsek nereye gömebiliriz ki dilden dile taşınsın, ülkeden ülkeye, kişiden kişiye ve ne kıymeti var ki bilen bilse, bilmeyen bilmese… ne faydası var artık desek de şiire yazmazsak acımızı ne faydası olacak, bizle unutulup giderse geriye insandan ne kalacak, acıdan ne kalacak. Ne'm kalacak?

 

Ne’m kaldı diyor şarkıda, ne’m kaldı. Âşık Mahzuni Şerif “Gözlerimde yaştan gayrı ne'm kaldı?” “Birkaç damla yaştan gari ne'm kaldı?” demese neyimiz kaldığını, neyde kaldığımızı nasıl anlayacaktık? Nasıl dayanacaktık? Şiire yaslamasaydık başımızı.

 

Elimizden alınan çok insan var, çok. O kadar çok ki sayılmaz. İnsan, hayatında ağır olan her şeyi sırtlansa da bazen sadece hafiflemek istiyor. Hafifleyemiyor, nasıl hafiflesin ki; dünya madem böyle bir dünya! Dünya mı böyle peki? Ne kolay dünyaya, çağa atmak suçu. Oysa insanın mayası yine insan. İnsan insanla hayata tutunur ya da tutunmaz. İyiye kötü, kötüye iyi karışırsa en çok hangisi tutar ya da tutmaz insan hayatında?

 

Bilmediğimiz bir su değil dünya, bildiğimiz, tanıdığımız, daha doğmadan içinde hayat bulduğumuz bir su. Şeklini bizle alan, bizim şekil verdiğimiz bir su. İstediğimiz yere setler, barajlar kurabilir, istediğimiz yere geçitler sağlayabiliriz. Engelleyebiliriz de açabiliriz de yolunu fakat bazen bizi de dinlemez, kendi doğası gereği yıkar tüm yasakları, kuralları, şartları. Kendi şeklini alır bir şekilde. Engel olamayız. Olmamız için de bir neden yoktur. İçine doğduğumuz dünya. Geldiğimiz su. Kaybettiğimiz su. Kazanamadığımız su. Arınamadığımız ama her defasında işimize geldikçe arıttığımız su. Suyu durdurmak, dünyayı durdurmak mümkün değildir ama insanı belki.

 

Çürüttüğümüz su. Kokuttuğumuz su. Hor gördüğümüz, bizi yaşatan ve bir gün bizi boğacak olan su. Suya yazdığımız şiirler, her insana değsin diye. Suya attığımız dilekler her insana dokunsun diye. Suya anlattığımız giz, dağılıp kaybolsun ya da sahibini bulsun diyedir.

 

Suyun içinde kaybolup giderken ne kadar berrak bırakırsak o kadar az zehirleyecek ve zehirleneceğiz.

 

Bu yazı da su gibi aziz olun niyetine…

 

Tüge Dağaşan