Adada Osmanlı döneminin 1878 yılında sona ermesiyle beraber adayı kiralayan İngilizler öncelikle yeni su kaynakları bulmaya ve göletler yapmaya çalışırlar. Ada su kaynakları açısından fakirdir ve limanlar yük taşımacılığına uygun değildir. Gemilerin yanaşacağı rıhtımlar yoktur. Yolcular ve yükler mavnalarla kıyıya taşınmaktadır.
Ada içinde taşımacılık o günlere kadar develerin sırtına yüklenmiştir.
İşte bu durum adanın en büyük doğal limanı sayılan Mağusa’dan başlayarak değişmeye başlar. 20. Yüzyılın ilk yıllarında Mağusa’da artık liman bir rıhtıma kavuşturulmuş ve demir yolu da Mağusa’dan başlayarak Lefke’ye doğru yol almaya başlamıştır. Kentin makus talihi değişmeye başlamıştır.
***
İngiliz dönemi ve ardından Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile beraber Mağusa limanının ardından da hızla gelişen Maraş’ın çekim gücü kenti büyütmüştür. Bir liman ve turizm kenti olarak gelişen Mağusa kentinin nüfusu 1974 öncesinde Kıbrıslı Türk, Kıbrıslı Rum ve diğer yabancılarla beraber 39 bine yaklaşmıştı. Kıbrıslı Türkler 8 bin iken, Kıbrıslı Rumlar 25, diğer yabancılar da 5 bine yakın bir nüfusla yaşamış kentimizde.
1974 sonrası da aynen 1571 sonrasında olduğu gibi, 'kolonizasyon' için kalanlarla, gelenler nüfus yapısı değiştirmiştir. 1974 sonrası yaşanan anlaşmalı çift taraflı mübadeleyle yer değiştirenler olmuştur. Güneyden gelen göçmenlerle beraber Mağusa’dan bir kez daha sürülen gayr-i Müslümlerden yani Kıbrıslı Rumlar’dan doğan boşlukların doldurulması(!) yeni bir ‘iskan politikası’ ile yeniden bir Mağusalı nüfus yaratılmıştır.
Mağusa artık 70 bine varan nüfusu ve belediye sınırları Mutluyaka ve Tuzla’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyadır. Mağusalısı, Baflısı, Antalyalısı, Veysellisi, Afrika’dan Asya’ya kadar geniş bir alandan gelen öğrencisi ve diğerleri… Burada en büyük sıkıntımız da tekrardan ortak bir kent bilinci yaratmaktır.
'Kentlilik bilinci' yani.
***
Kentlilik bilinci aslında kent kültürünün önemli parçasıdır. Kent kültürü, kentli olmak, kente aidiyet duymak… İşte tüm bu kavramlar birleşip kentlilik bilincini oluşturur. Kentlilik bilinci aslında kişinin kendisini kentin aktif katılımcısı, kentin bir parçası olarak görmesi, hissetmesidir. Kenti kendi evi olarak görmesidir. "Ben ne yaparım, nasıl yaşarım..." demeyip "biz n'aparız, nasıl yaşarız buralarda..." diyebilmek yani.
Kavafis'in dillere destan şiirindeki gibi "...yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir..." der gibi yaşamak örneğin.
Yaşadığımız kenti aşağı-yukarı, kuzeyi-güneyi demeden ortak paydada nasıl buluşturabiliriz?
Mağusa'nın diğer yarısını ve onsuz tek kanatlı kuşa benzeyen kentin diğer yarısını yani diğer sahiplerini ve kapalı (esir) tutulan Maraş'ı bu ortak yaşama nasıl dahil edebiliriz? Bunun zemin nasıl oluşur, 'Mağusalı' olarak kentin hem fiziksel gelişimine hem de ekonomik döngüsüne beraber katkıyı nasıl koyarız sorularına cevapları arayıp bulmayı başarabilecek miyiz?
***
Kent müzelerinin gerekliliği…
Unutmamak gerekir ki kentler, sadece yapıların/binaların bir araya geldiği bir oluşum değildir. Kentleri kent yapan duygulardır. Duygulara ise anlam katan kültürdür. Kentler, duygular, insanlar ve kültür eşit paralelde gelişirler... Ve en önemli soru ise duygularımızla bu kenti geliştirmek istiyor muyuzdur. Peki duygularla kenti nasıl geliştireceğiz? Tabii ki kültürümüzü tanıyarak, hazmederek, benimseyerek.
Bu benimsemeye, yani bir kentin olmazsa olmazına ciddi bir katkıyı da kent müzeleri yapar. Kent müzesi o kente ait tüm yaşanmışlıkların faklı yöntemlerle sergilenmesini kapsamaktadır. Yaşanmışlıklar kentin fiziksel gelişimini yansıttığı gibi tüm sosyal boyutunu da ortaya koymaktadır. İnsanlar belirli dönemlerde bu kentte nasıl yaşıyordu? İz bırakmış insanlar kimlerdi? Öyküleri nelerdi? Tarih içinde kenti anlamlaştıran öğeler nelerdi? İşte bunun gibi birçok sorunun cevabını bulacağımız bir ortamı kapsamaktadır kent müzesi. Öyle bir ortam ki görerek, duyarak, okuyarak ve dokunarak kentin kültürünün her boyutunun içine işleneceği bir yer yani...
Geçmiş deyince hep kan revan içinde kalmış, ayrılıkların, kinin ve nefretin şekillendirdiği tarihimizi değil; insani boyutuyla, dostlukların ve aşkın da içinde yer aldığı, sosyal ve kültürel öğelerin ön planda olduğu bir tarihi de öğrenmek için geç kalmadık mı acaba?