Bir Açık Hava Müzesi: Mağusa Suriçi
İlk yerleşimin 2300 yıl gerilere gittiği Mağusa’da kentin surlarla çevrilmesi Lüzinyan dönemine rastlar.
Yaklaşık 7 asır önce kente Lüzinyanlar gelmeden, Mağusa’da Salamis’ten gelen Bizanslılar yaşamaktaydı. Onların da bugüne kadar ulaşan anıtsal yapıları mevcuttur.
Lüzinyanlar kenti çevreleyen surlarla kente damgasını vururlar. Kent bu dönemde gelen geçen gezginlerin anlatımından anladığımız kadarıyla dünyanın en zengin kenti haline gelir. Bu zenginlikte en büyük pay doğu-batı arasındaki ticaretin merkezi haline gelmesi olarak kabul edilir.
Karşı kıyıdaki Akka ve Kudüs’ün Müslümanların eline geçmesiyle beraber oradan gelenlerle birlikte Akdeniz’in doğusundaki son Hristiyan limanı Mağusa limanı olur. Doğal resiflerinden yani kayalık yapısından dolayı gemilerin güvenli şekilde barınacağı Mağusa limanı kenti bir anda ticaretin merkezi haline getirir.
Belki de surların bu kadar koruyucu ve sağlam olarak inşa edilmesinin de sebebi de bu ticaretin güvenli şekilde gerçekleşmesini sağlamak içindir.
14. Yüzyıla denk gelen bu gelişmeyle kentte şimdi bile görkemli şekilde ayakta duran katedral ve kiliselerin yanında saraylar da yapılır. Doğulu Hristiyan toplumlarının ve dini cemaatların de çekim merkezi olan Mağusa’da Karmelitler, Maronitler, Yahudiler, Ermeniler, Yakubiler, Süryaniler, Nasturiler, Fransiskanlar ve diğer doğulu toplumlar da yaşamaya başlarlar.
Bu yüzyılda yapılan eserlerden St. Peter and Paul Katedrali (Buğday Camisi ve Sinan Paşa Camisi diye bilinir) yine 14. Yüzyılda bir Süryani tüccarın bir defalık ticaretinden elde ettiği kazançla yapılması bize o dönemki ticaretin hacmiyle ilgili bir bilgi veriyor.
Kentin bu parlak dönemi bu yüzyılın sonuna doğru Cenevizlilerin kenti işgal etmesiyle sona erer. Bir taç giyme töreninde Lüzinyanlarla Venedikliler arasında yaşanan olaylardan sonra kentin idaresi Cenevizlilere geçer. Kent askeri bir kent haline döner. Ticari hacim düşer.
15. Yüzyılda kent tekrar Lüznyanlara geçer ve akabinde de Venediklilere devredilir. Mağusa artık bir garnizon kentidir ve yaklaşan Osmanlı tehlikesine karşı gardını almak zorundadır. Surlar dönemin en iyi Venedikli mimarları tarafından geliştirilir. Othello Kalesi, Martinengo Burcu, Ravelin (Akkule) dönemin en büyük mimari örnekleri olarak öne çıkar.
16. Yüzyılda geliştirilen surlar için kentte birçok kilisesinin yıkıldığı ve taşlarının askeri yönden güçlendirilen surlar için kullanıldığı söylenir. Sadece Martinego Burcu (Çifte Mazgalların) yapımı için 1 milyon taş kullanılır.
Kent bu yüzyılda büyük bir kuşatmanın ardından Osmanlılara geçer. On ay süren direniş sonucunda Venedik’ten beklediği yardımı alamayan Mağusa beyaz bayrağı Ravelin’e çeker ve o günden sonra da orası Akkule olarak anılır.
Osmanlıların hakimiyetinde geçen üç asırlık dönemde suriçinde sadece hamam ve çeşmeler yapılır. Bir de bazı katedral ya da kiliselere minare eklenir. Yapılan üç hamamın biri, Kızıl Hamam harabe durumuna gelirken, Kertikli ve Cafer Paşa Hamamları elden geçirilirse hamam olarak fonksiyon verecek duruma gelecek kadar sağlamdırlar. Kent bu dönemde zenginliğini yitirir ve nüfusu binli rakamların altına iner.
Daha sonra Osmanlıdan kenti devralan İngilizler, limanı genişletir, demir yolunu hizmete koyar ve Mağusa yine varlıklı bir kent haline gelir. 20. Yüzyıl Mağusa’nın tekrardan büyümeye başladığı dönemdir. Kentte İngiliz döneminin özelliklerini yansıtan konutlar yapılır. Liman modern ve çağdaş bir yapıya kavuşur.
Tüm bu dönemlere ait eserlerin büyük bir çoğunluğu hala daha görkemli bir şekilde ayaktadır. Son 10 yılda UNDP ve AB’nin katkılarıyla konservasyon ve restorasyon çalışmaları bu eserleri tüm ihtişamıyla tekrardan ortaya çıkarmaya başlarken şimdiki Mağusa Belediyesi de ayırdığı bütçe ile bu çalışmalara destek veriyor.
Bir film şeridi gibi geçen 7 asırlık bir dönem Mağusa’yı açık hava müzesine dönüştürmüştür. Bizim yapmamız gereken sadece bunun değeri bilmek ve sürekli çalışmalarla kenti dünyanın en gözde Ortaçağ kentlerinden biri haline getirmektir.