80'ler ve sonrasındaki 10-15 yıllık dönemde doğmuş, teknolojinin nimetlerinden yararlanmaya ve kıymetini de bilmeye çalışırken, çocukluğunu ve ilk gençlik zamanlarını özlemle hatırlayan, günümüzde bulamadıkları içtenliği ve huzuru arayan araya sıkışmış bir grup insan var ve onlardan biri de benim.
Özellikle 2010'lu yıllardan itibaren ne müzikte, ne kitapta, ne sinemada, ne insan ilişkilerinde, ne eğitimde, ne modada aradığımı tam olarak bulamayan, her şeyin hızla dijitalleşmesinden, birbirine benzemesinden ve ruhunu yitirmesinden endişeli, o ruhun kırıntısını yakaladığım zaman deyim yerindeyse “suyunu çıkarmaya” oldukça meyilli bir dönem yaşıyorum. Yaş aldıkça gelişen dünyanın getirdiklerine uyum sağlamayı öğrenmeye çalışıyorum ama her şeyin gittikçe yabancılaştığı hissinden kaçamıyorum.
El emeğinin yerini seri üretimin alması, talebi hızla karşılamaya yardımcı olurken pek çok şeyin hakettiği değeri görememesine ise zemin hazırlıyor. Hızlı üretim beraberinde hızlı ve kontrolsüz tüketimi ve derin bir boşluk hissini de getiriyor. Yokluk içinde yaşamanın güzel taraflarını övmek veya romantikleştirmekten öte dengede olmanın önemini her gün hatırlamaya ve hatırlatmaya çalışıyorum. Benim de elimin gittiği düğmesi evdekinden biraz daha büyük o beyaz gömleği de almak yerine evdekini kullanmayı tercih etmeyi hem kendime hem de doğaya bir sorumluluk olarak görüyorum artık. Farkındalıklarımızı arttırmak gerektiğine güçlü bir şekilde inanmama birkaç yıl önce okuduğum bir makale neden oldu. Makalede 2050 yılında yeryüzündeki birçok meyve ve sebzenin artık yetiştirilemeyebileceği yazıyordu. Bunlardan birkaçı elma, kahve ve kakaoydu. İnsanoğlu ve teknoloji bunların yerini dolduracak ürünleri elbette keşfeder veya gerekli yapay koşulları sağlayarak bir şekilde yeniden üretir ama doğallığın yok olması beraberinde pek çok olumsuzluğu da getirecektir şüphesiz. Günümüzde doğallıktan uzaklaştığımız her konuda tecrübe ettiğimiz gibi… Ya tadı yavan olacak, ya besin değerleri düşük, ya da görüntüsü alışılmışın dışında.
Tüketmeye odaklı toplumlar ve nesiller sadece maddi değil manevi olguları da yok etmeye başlıyor. Empati, saygı gibi kavramların bu kadar yoğun bir şekilde dillendirilmesi ve sürekli bunların korunması veya yeniden tahsis edilmeye çalışılması, eskiden bu kavramların olmamasından ve yeni farkedilmesinden mi ortaya çıkıyor, yoksa yok olmaya yüz tuttukları için bazı gruplar bunları yeniden insanoğluna hatırlatmaya mı çalışıyor? İkinci seçeneğe biraz daha yakın hissediyorum. İnsanların eskiden işlerine, insanlara, çevreye, kendilerine, yaşam alanlarına daha çok saygı duyduğunu, şimdilerde ise beğenmedikleri şeyleri hızla ve kolayca değiştirebileceklerine inandıkları ve güvendikleri için bu kadar hoyrat davrandıklarını düşünüyorum. Sürekli değişim ise beraberinde benimseyememeyi, alışmamayı ve değer verememeyi getiriyor. Bu yüzden eski bir filme denk geldiğimizde replikleri, tanıdık o eski melodiyi duyduğumuzda ise şarkı sözlerini hemen hatırlıyoruz. O dönemler aidiyet duygusunu daha çok veriyordu gibi geliyor bana.
Son dönemlerde radyo dinlemekten veya televizyon izlemekten daha bir kaçınır oldum. Seçilmeden, özensiz bir şeylerin önüme konulmasını kabul etmek istemiyorum. Dinlediğim yeni çıkan müziklerdeki hep aynı melodiden, filmlerin ve dizilerin aynılığı ve sıradanlığından sıkılıyorum. Mesela en son ne zaman bir şarkıda saksafonun sesini duyduğumu hatırlamıyorum, ya da şiddet veya sişah içermeyen bir dizi veya film izlediğimi. Kendi tercih ettiğim, genellikle biraz eski filmeleri izlemekten, şarkıları dinlemekten ayrı bir keyif alıyorum, o dönemi sanki yeniden yaşadığımızı hissetmeyi seviyorum. Bu nedenlerden dolayı da dün akşam “Pretty Woman” filmini yeniden izledim. Gerçekliği sorgulanacak, bir seks işçisi ile oldukça başarılı, gözde bir iş insanının mutlu biten aşk hikayesinin sonuna doğru bir yerde Vivian Edward’a “Masalı istiyorum” diyor. Oldukça umut verici bulduğum bu repliği dünden beri kendime defalarca kez tekrarlıyorum. Belki de hepimizin artık gerçekçi olarak “masalları istemesi” gerekiyor…