BİR ÇÜRÜMENİN ORTASINDA

Günlerdir, ve hatta haftalardır bir şeyler yazmak için bilgisayarın başına oturuyorum. Elim gitmiyor, aklımı toparlayamıyorum, ne yazacağıma bir türlü karar veremiyorum. Yanı başımızda patlayan bombalar, gözümüzün önünden geçen füzeler, ölen kadınlar, çocuklar, yaşlılar. Burnumuzun dibinde her gün katledilen, öldürülen, parçalarına ayrılan kadınlar, küçücük çocuklar, sokak hayvanları, insanlar, çevre, aydınlatılamayan cinayetler, hakları gasp edilen işçiler, açlığa mahkum edilmiş yaşlılar, işsiz ve umutsuz gençler. Ekonomik sorunlar, eğitim, adalet ve sağlıktaki çöküş, çıkar, maaş ve koltuk kavgaları, yolsuzluk, emek hırsızlığı, gasp, uyuşturucu, kara para, rüşvet ve hepsine koca bir vurdumduymazlık. Hepsinin neden olduğu korkunç bir boşluk, bir çaresizlik hissi. Hangi birini düşünebilir, hangi konuda çaba harcayabilirim? Kaç parçaya bölünebilir, kaç cephede savaş verebiliriz? Bu savaşın içinde nasıl beden, ruh ve akıl sağlığımızı koruyabilir; çevremize, kendimize iyi bakmayı başarabiliriz? Dış etkenlerden tamamen soyutlanmaya çalışarak kendimize küçük bir dünya mı yaratmaya çalışmamız lazım? Diyelim ki başardık, bir süre sonra elleri ve dilleri o dünyaya da uzanmayacak mı? Kendilerinde kişisel hak ve özgürlüklere bu denli müdahale hakkı görenler olduğu sürece kendimize yarattığımız o küçük dünyada ne kadar mutlu ve özgür olmayı başarabileceğiz? Tüm insanları ama özellikle biz kadınları biraz daha fazla bekleyen tehlikeleri kaçımız farkındayız? Her türlü haksızlıklığa dur diyemediğimiz bu günlerde toplum olarak belki de en çok kavga verdiğimiz konu olan maaş ayarlamaları ne kadar işimize yarayacak? 

Ekonomi çok önemli evet. Maaşlarımız arttı, artsın tabi ki, refah içinde yaşamak emek veren herkesin hakkı. Maaşımız arttı ama ekonomi kötüye gidiyor. Maaşımız arttı ama toplum yapısı çürümeye başladı, uyuşturucu, insan kaçakçılığı, şiddet vakaları da her geçen gün arttı. Maaşımız arttı ama beden ve ruh sağlığımız bozuldu. Maaşımız arttı ama kaliteli olmasını geçtim, yiyecek yemek bulamadık. Maaşımız arttı ama çocuklarımız eğitim alamaz oldu. Maaşımız arttı ama artan maaşımızla dahi alacak ilaç bulamıyoruz. Maaşımız arttı ama alım gücümüz eridi. Maaşımız arttı ama emeğimiz sömürülüyor. Maaşımız arttı ama dünyayla bağımız koptu. Maaşımız arttı ama her gün saatlerce elektriksiz kalıyoruz. Maaşımız arttı ama kültürümüz yok oldu. Maaşımız arttı ama ülkenin yönetiminde söz sahibi değiliz. Maaşımız arttı ama artık bu ülkede azınlığız. Maaşımız arttı ama emeklimiz eziliyor. Maaşımız arttı ama sağlık sistemimiz alarm veriyor.

Yıllardır devam eden yönetimdeki zafiyetlerimiz her geçen gün daha da artıyor. Ülkemiz yol geçen hanına döndü, artık bizim sözümüz geçmiyor, kendi ülkemizde kendi yönetimimiz tarafından dahi ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyoruz. Yönetim adeta bir aracı gibi, birilerinin direktiflerini uyguluyor. Herkes şikayetçi görünüyor ama sandığa gidildiğinde de sonuç değişmiyor. Değişse bile uzun ömürlü olamıyor. Gelir artışı için verdiğimiz kavgayı varoluşumuz için veremiyoruz. Başka ülkelerde olan ve hayretle izlediğimiz her şeyi artık ülkemizde de görebiliyor ve daha da kötüsü artık eskisi kadar yadırgamıyoruz. Korkuyla esir alınmışız. Söylediklerimizin bedelini özgürlüğümüzle, işimizle veya sağlığımızla ödeme tehlikemiz var.

Savaş burnumuzun dibinde, ateş hattının ortasındayız. Dünyayla tek bağlantımız olan bir sınır kapımız var, son dönemlerde yapılan söylemler, alınan tavır o kapı ile ilgili endişelerimizi de katlayarak artırıyor. Sürekli gerilimi tırmandıran, adeta çözümsüzlükten beslenen bir yönetim anlayışına esir olduk uzunca bir süredir. Görevi tamamlamasına bir yıl gibi bir süre kalan bir Cumhurbaşkanı hiç müzakere masasına oturmadan görevini tamamlayacak gibi görünüyor. Kendisini bu konuma getirenlere karşı görevini layıkıyla yerine getirdiğine şüphemiz yok, peki ya kendi halkına karşı görevi? Kendisine göre halkının çıkarlarını korurken, her geçen gün artan sorunlarla halkın boynundaki ip daha da kısalıyor, ambargolardan başını kaldıramayan, dünyayı göremeyen bir toplum inşa ediliyor. Külliye inşaatı nedeniyle aylardır Lefkoşa halkı deyim yerindeyse eziyet çekiyor ve inşaat daha bu eziyetin başlangıcı gibi görünüyor.  Külliye’nin maliyetleri ile ilgili yazılması ve söylenmesi gereken her şey yazılıp söylendi zaten ama sağlık ve eğitimden çok itibara önem veren bir zihniyetten bırakın insanları ağaçlar dahi nasibi aldı. Yok etme üzerine kurulu bir yönetim anlayışı amacına yavaş yavaş ulaşıyor. Toplumun yaşadığı sorunları umursamadan günlerdir meclisi kilitleyen bir iktidar, başkanlık sistemini dillendirerek demokrasiyi ve çok sesliliği ortadan kaldırmayı hedefleyen bir küçük iktidar ortağı, parti içi hesaplaşmaların, koltuk kavgalarının arasında ezilen diken üstünde bir kısım insan, yolsuzlukları haksızlıkları avuçları patlayana kadar alkışlayan, baş tacı yapan başka bir kısım insana karşı amansız bir mücadele veriyor. 

Yıllardır sorundan başka hiçbir şeyin konuşulmadığı bu ülkede artık hepimize biraz huzur dilemekten başka elimizden ne geliyor bilemiyorum. Şükrü Erbaş’ın dediği gibi: “Bir çürümenin ortasında, utancımıza tutunmuş, iyi şeyler düşünerek yaşamaya çalışıyoruz”. Hepimiz için tek dileğim insanın insanca yaşayabildiği bir güne uyanmak, yağan tertemiz bir sonbahar yağmuruyla tozdan topraktan arınmak...