Yaz döneminin rehaveti ve kısa bir aranın ardından Eylül ayıyla birlikte yeni başlangıçlar yeni konular diye yola çıkabilmeyi çok isterdim. Beni tanıyanlar bilir hem kış insanıyım hem de Eylül ayı benim için yeni bir yıl kadar önemli bir başlangıçtır. Genellikle uygulamayacağım yeni kararlar alırım ama o yeni kararları alırken bile bir şeylerin değişebileceğine dair daha umutlu hissederim. Ya da hissederdim. Gün geçtikçe dengesi bozulan coğrafyamızın ve ülkemizin aldığı hasarları düşündükçe yıllardır bu kadar kötü bir yönetim anlayışıyla yönetilen bu ülkeye verilen zararların ne kadarının geri döndürülebilir olduğu konusunda ciddi endişeler taşıyorum.
Her yer yangın yeri gibi. Sadece ekonomi kötü olsa, çalışır, çabalar düzeltirsiniz. Ya da sadece insan hakları, kadın hakları olsa oturur yasal düzenlemeler yaparsınız. Onun da bir çaresi bulunur. Eğitim, sağlık, insan hakları, kadın hakları, çevre sorunları, ekonomi, liyakat eksikliği, suç oranlarındaki korkunç artış, alt yapı eksikliği, önlenemeyen göç, halkın içine girdiği girdap… Artık toplum hangi soruna tepki göstereceğini şaşırıyor. Bir olayı çözüme kavuşturmadan, bambaşka bir konuda yeni bir patlak ortaya çıkıyor. Gündem o kadar hızlı değişiyor veya değiştiriliyor ki her sorun o gün payımıza düşen başka bir sorunun içinde kaybolup gidiyor. Ülke raydan çıkmış bir tren gibi. Herkes aynı şeylerden şikayetçi, her karşılaştığımız ayak üstü sohbete durduğumuz insan aynı şeyi söylüyor… “Madem nefes alabiliyoruz, iyiyiz”. Yaşamayı nefes almaktan ibaret zannetmeye başladık. Umutsuzluk hakim her yerde, çünkü içten içe hepimiz artık biliyoruz ve ne yazık ki kabulleniyoruz ki bu ülke bizim değil. Özellikle nöbet gecelerinde fark ediyorum ki eczaneye gelen nüfusun sadece çok küçük bir kısmı adalı. Ülkenin bu duruma gelmesinin sorumlusu kim? Herkesi suçlayasım geliyor düşündükçe. Adanın bölünmesine engel olamayan garantörleri, barış içinde yaşamayı beceremeyen toplumları, insanları dili, dini, ırkı yüzünden ayrıştıran düşünceleri, adanın bölünmesinden sonra çözümsüzlükten beslenenleri, dayatılanlara sesini çıkarmayan korkakları, hep mağdur olup kurtarılmayı bekleyenleri, bireysel imtiyazlar uğruna nesillerin geleceğini, yurdunu hiçe sayanları… Listem uzar gider. Dönemin ilk yazısında bahsetmek istediğim konu da bunlar değildi zaten ama bu korkunç sarmalın içinden çıkmakta çok zorlandığımı hissediyorum.
Burnumuzun dibinde bir hayat, dünyaya açılan bir kapı, bir umut varken bizler külliyenin toz toprağının, “prefabrik” okulların, “teftişe” gelmeden haber verilen ve göstermelik olarak yapılan kontrollerin neden olduğu kazaların, torpilin, liyakatsizliğin, usulsüzlüğün, yolsuzluğun ticari zeka sayılmasının esir aldığı torpile dayalı hayatlarımızla rastgele yaşamaya çalışıyoruz. Ne devlet üzerine düşeni yapıyor ne halk. Öğretilmiş bir çaresizliğin içinde ahla vahla ömrümüzü geçiriyoruz. Oysa değişim kendimizden başlar. Adım adım kendimizi değiştirmeye niyetimiz olsa keşke… O zaman, hemen olmasa da zamanla bir şeyler değişecek, umudumuz yeşerecek, günler yine güzel olacak. Boş vermişlik, böyle gelmiş böyle gider düşüncesi, atalet, bir kurtarıcı umudu ile kulenin tepesinde yıllarca saçlarını uzatanların masalları… Sahi ya noluyordu o masalda veya masalın sonunda? Sorduğum kimse hatırlamadı. Sonra ben o masalı tekrar okudum. Özetle şöyle; annesi Rapuzel’e hamileyken canı elma çekiyor, cadının bahçesinden elma çalan babası cadıya yakalanıyor ve cadının kızması üzerine elma karşılığında kızı doğduğu zaman kızını cadıya vermeyi kabul ediyor. Rapuzel büyüyünce güzel bir kız olduğu için cadı onu ulaşılamayacak bir kuleye kapatıyor, bu sürede Rapunzel saçlarını hiç kesmiyor ve kuleye kendisini ziyarete gelenlere saçlarını uzatarak yukarıya tırmanmalarına yardımcı oluyor. Rapunzel’in kuleye kendisinden başkalarını da aldığını farkeden cadı Rapunzel’i saçlarını kesip çöle sürerek, kuleye aldığı prensi de kuleden atıp kör olmasına sebep olarak cezalandırıyor. Sonunda nasıl olduğunu bilmediğimiz bir mucizeyle Rapunzel ve prens çölde kavuşuyor ve mutlu mesut bir şekilde yaşamaya devam ediyorlar. Masal tanıdık geldi mi? Mucizeleri ve misafirleri erişilmez kulemizde beklemeye devam edelim. Belki bir gün…
Keyifli bir sonbahar dilerim.