HABERLERİ AĞLAYARAK OKUMAK
İnsan uzaktan görünce o kadar etkilenmiyor; gazete sayfaları, internet sayfalarında görüp üzülerek geçiyor. Takla atan araçlar çok yabancıydı eskiden bu adaya, bu kadar araç da yabancıydı. Yollar, evler, okullar o kadar yetersiz ki insan sayısına. O kadar bilinçsiz bir yapılaşma olmuş ki zamanında. Şu an kimdir nedir bilmeden hâlâ devam eden bir nüfus artışı. Düzensizce, plansızca yapılıyor her şey. Bir alırken üç vermek, üç verecekken ikide sıkışıp kalmak. Stres ve bunlara bağlı olarak kısalan insan ömrü. Neşesiz, ruhsuz bir şekilde devam etme zorunluluğu.
Carpe Diem’i ilk öğrendiğimde ne kadar sevmiştim. Anlar biriktirmenin önemini vurgulayışı benim de ruhumu vurmuştu. Benimsemiştim. Hatta o dönemler tek ben benimsemiş olmamalıyım ki carpe diem dövmeleri moda olmuştu. Eline koluna bacağına carpe diem yazan insanlar, ruhlarına bunu yazmayı ne kadar başarabilmiş ve ne kadar benimseyebilmişlerdi bu bakış açısını hâlâ merak ederim.
Mutlu olduğunuz bir anda, sosyal medya üzerinden paylaşılan acı bir haberle altüst olabiliyorsunuz. Mutluluğu bir şekilde paylaşmak mümkünken ve acelesi de yokken, acı haberi erkenden duyuyor görüyorsunuz. Ruhunuzda derin kederler ile ortama ayak uydurmaya çalışırken ayağınız yerden kayabiliyor ne yazık ki.
Acılara erken tanıklık etmek istemediğimi anlamış olmalıyım ki facebook hesabımı kapattım. Bu demek değil ki haberden uzağım, paylaşımlardan uzağım. Gücüm yettiğince, elimden geldiğince yine iyiyi, iyiliği paylaşıp çoğaltacağım fakat sosyal medya hesapları ne kadar çok ise o kadar bölünme gerektiriyor bazen. Öyle orda dursun diye olmamalı hiçbir şey çünkü. Kullanmayacağınız hiçbir şeyi hayatınıza almamanız gerekiyor, bir gün lazım olur mantığı kapitalist sistemin bir uydurması. Acıdan başka bir şey çoğalmazken şu dönemde yarım kalmış adamızda, bazen deli deli umut rüzgârları esse de başucumuzda, başımın ucunda biriken kitapları okurken bulmak kendimi daha huzurlu yapıyor beni. Kırklarında altmışını yaşayan bir nene misali yaşarken şu çağı, yavaş moda aldım tüm bu koşuşturmamı. Minimal dünyamın maksimum eylemleriyle kendi içimde ve dışımda her şeyle ve herkesle mücadele etmeye hep hazır olsam da bazı şeyler evet, tüketiyor insanı.
Kalıbın dışına çıkmak sadece döküm yapan bir tasarımcının derdi olmalı, insanları yönetmek isteyen birkaç kişinin değil. Çünkü bu dünya bir fabrika değil insanlar da fabrikalarda çalışan üretilen kişiler değil. Her birey farklı her birey ayrı. Bunun farkını unutarak sürüye uydurmaya çalışmak, bir çoban gibi sürekli değneği göstermek, başına birilerini dikmek sürüden ayırmamak için…. Bunlar insani durumlar değil.
İnsan kendi özel hayatında da acılar yaşıyor, dış dünyasında da yaşıyor. Bazen kendisine ait olmayan acıyı öyle bir sahipleniyor ki sanırsınız kendi öz acısı. Çünkü öyle, çünkü insan olmak bunu gerektirir. Bir filme bir müziğe yaşlar dökebilirsiniz, haberlere de. Üzülmek için size dokunması gerekmez ucunun ve aynı havayı paylaşanlar aynı acıları duyar. Bu böyledir.
Eskiden utanırdım çevredeki insanlardan; sinemadan çıkarken mutlu sonlara ağlamaktan, tiyatro oyunu bir dram ise perde kapanırken ağlamaktan, sevinince de üzülünce de ağlamaktan ulu orta yerde. Utandığımı da bilmezdim üstelik birkaç kez çaktırmadan yaşlarımı silerken bulunca kendimi anladım. Şimdi öyle yapmıyorum. Gülmek herkesin içinde yapılan bir eylem madem ağlamak neden değil?
Vara yoğa ağlayan insanların hayatı hep zorludur, derin yaşarlar her şeyi ve bu inanın çok yorucudur. Yormayın birbirinizi, acıları çoğaltmayın kırarak dökerek. Yeterince acı var elimizden çıkmayan zaten...