Benim Haddime Mi?
Değişen toplum yapısıyla birlikte kişisel sınırlar daha önemli hale gelmeye başladı. Herkes artık bireyselliğe daha çok önem veriyor, özgürlüğünü ve kendi alanını istiyor. Oldukça haklı ve kabul edilebilir bir durum. Ben de kendi sınırlarıma çok önem veriyorum ancak kendi sınırlarıma önem verirken başkalarının sınırlarını da ihlal etmemek adına özel bir çaba sarfediyorum. Ben bu çabayı sarfederken konuyla ilgili farkındalığımın da artmasından olsa gerek kendisi için sınırlarını korumak isteyenlerin önemli bir kısmının bu özeni sadece kendi sınırlarına gösterdiğini farkediyorum.
Coğrafyanın ve kültürün getirisi olarak merak ve dedikodu çoğumuza bir miras. Her ne kadar gelişmiş ülkelerden birinde yapılan bir araştırmaya göre dedikodu Alzheimer’ı önlemeye yardımcı olsa da bizim coğrafyamızda biraz ipin ucu kaçmış durumda. Bir tür boş zaman uğraşı olarak başkalarının hayatını incelemeyi ve hatta o hayata dahil olmayı oldukça yaygın bir günlük aktivite olarak görüyoruz.
Evlenmekte biraz “gecikseniz” herkes size hayırlı bir kısmet bulmak için seferber olur, evlendiniz ve çocuk yapmayı tercih etmedinizse tüp bebek uzmanı önerileri ve methiyeleri, diyelim bir çocuğunuz oldu onu ne şekilde büyütmeniz gerektiği konusunda gerek kişiden gerek kişinin çevresinden tecrübeleri dinler, herhangi bir acıyla başa çıkmaya çalışırken zaten karışık olan aklınız alternatif birçok yol ve tavsiyeyle daha da karışır, uzmanı olduğunuz işinizle ilgili kuvvetle muhtemel konuyla hiçbir alakası olmayan birisiyle karşılaştırılır ve hatta işinizi nasıl yapmanız gerektiğini öğrenirsiniz. Bunlar bir çırpıda aklıma gelen veya yakın tarihte şahit olduğum konularla ilgili örnekler, bunlar gibi yüzlercesi de sıralanabilir. Birisiyle bu tür bir iletişim döngüsüne girmeye başladığımı farkettiğim zaman bir adım geri atar ve kendime “Bu konuda akıl vermek benim haddime mi? Fikrim soruldu mu? Bu konuda söyleyeceklerim karşımdakine kendini nasıl hissettirir?” diye sorarım. Büyük çoğunlukla da haddime olmadığını düşünerek karşımdakine başka bir şekilde iyi gelmeye veya talep edilmişse yardımcı olmaya çalışırım.
Tavandan tabana yayılan bir “haddi olmayan şeylere müdahil olma” durumu gittikçe daha da yaygın ortaya çıkıyor. Yıllardır yaşam tarzına ve dini inanca müdahaleden tutun da insanların kaç çocuk sahibi olacağına karar verme haddini kendinde gören bir yönetim anlayışının şekillendirdiği bir toplumun başka bir yöne evrilmesi de pek beklenemezdi zaten. Burdaki sorun kişilerin özeleştiriden ve çok yönlü bakış açısından yoksun bir halde bu tür davranışlara eğilim göstermesi. Kendisine sorulmasından hoşlanmayacağı, rahatsız da edici olan soruları başkalarına hoyratça yönelterek bunu karşısındakinin iyiliği için yaptığına kendisini inandırması, kendi yaşam tarzına, inançlarına müdahale edilmesini istemezken başkalarını eleştirmesi, yadırgaması ve yargılaması, alanına müdahale edildiğinde hadsizlik olarak düşüneceği şeyleri başkalarının alanlarına müdahale ederken görmezden gelmesi, uzmanı olmadığı konularda birilerine ahkam kesmesi ve akıl vermesi çok normalleştiriliyor. Televizyondaki yarışma programlarında bile denk gelebiliyorsunuz bu üsluplara. Bu haddini dahi bilmezken herşeyi bildiğini zannetme hastalığı da çok tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor. Bir hasta yakınının hastayla yeterince ilgilenmediğini düşündüğü bir doktora, doktorun gerek görmediği için reçete etmediği antibiyotiği vermeyen eczacıya, istediği şarkıyı bilmediği için çalamayan müzisyene, en doğal hakkı olan özgürlüğü talep eden karısına, çocuğuna veya herhangi bir bireye şiddet uygulayanlar da aslında bu düşünce yapısının yarattıkları. Bize mübah ama size günah.
Geçen haftaki yazımda İngiltere’de geçirdiğim sürenin karakterimin ve düşünce yapımın şekillenmesine çok ciddi etkisi olduğundan bahsetmiştim. Bu haftaki yazımın konusu ile ilgili farkındalığım da o zaman oluşmaya başladı. Hematoloji dersini dört farklı alt grupta farklı akademiyenlerden alıyorduk. Kan grupları derslerinden birinde öğrencilerden bir tanesi kan hastalıkları ile ilgili bir soru sordu ve akademisyen kibarca konunun uzmanı olmadığını konunun uzmanı olan kişiden daha doğru bilgi alabileceğini söyleyerek dersine devam etti. Kimsenin alanına müdahale etmeden, sadece üzerine düşeni yaparak öğrencisini en doğru şekilde yönlendirmesini, üstünden yaklaşık 20 yıl geçmesine rağmen, her hatırladığımda aynı hayranlıkla takdir ediyorum. Ülkemizde geçtiğimiz günlerde bizzat yaşadığım bir başka örnekte ise yaşadığı bir saç sorunu için benden ilaç tavsiyesi isteyen bir kişi önerdiğim ilacın fotoğrafını çekerek kuaförüne soracağını, bir başka kişi ise internetten araştıracağını söyledi. Bu örnekler güvensizlik duygusunun sonucu mu yoksa kimse benden daha iyi bilemez düşüncesi mi bilemiyorum ama yıpratıcı olduğu bir gerçek, ve ne yazık ki tüm meslek gruplarının benzer davranışlara maruz kaldığını da duyuyoruz.
Coğrafyamızda özellikle son dönemlerde herkes yüksek eğitim mezunu. Ülke genelindeki bu aşırı yüksek eğitim seviyesi orantısız bir özgüvenle birleştiği zaman ise ortaya çok ilginç sonuçlar çıkıyor. Herkes her görevi yapabilme kapasitesini kendisinde görüyor. Uzmanlığı farketmeksizin konuyla ilgili ufak bir bilgisi var diye kişiler her görevin üstesinden gelebileceğini düşünüyor. Yönetimdeki açıklar da buna zemin hazırladığı zaman kısa sürede ülkemiz ciddi bir çıkmaza düşüyor ve yanlış yönetimin neticesinde vatandaşlar bir sorun yumağının içinde yaşamaya çalışıyor. Diyeceğim o ki, ilaç ve eczacılığı eczacıya, hastahaneyi doktora, ekonomiyi ekonomiste, üniversiteleri akademisyenlere, inşaatı mimar ve mühendislere, adaleti hukukçulara, ifade özgürlüğünü basına, hayatını da kişiye bırakalım. Hepimiz bugünden çok daha mutlu oluruz inanın.