Aynı dilde konuşurken bile ulaşamadığımız anlam, karşı dile çevirilince anlaşılacak umuduyla yaşıyoruz hayatı… Haber niteliği olmayan tali yol işler, anayolları kapatmaya hazır medyanın kıskacında…
Malzemesini oluşturduğu dün, bugün, belki de yarın talan içindeki memleketi meşrulaştırmaktan öteye gitmiyor. Talan içindeki gezegeni, bozuk yıkık dilden uzaklaştırmaya ve aynı dili konuşmadığımız için ötekileştirildiğimiz, bir ‘dil’ sorunsalına itiyor… Ötededir aslında içinde bulunduğumuz durum. Kiri, tozu, çamuru ve çelişkiyi kapatmaya hazırız ama… Tek çözüm belki de ifade özgürlüğü değildir: Çelişkiyi kapalı ‘ara bölge’ odalarına sığdırmaya çalışırken, bir ‘dil’ probleminin temelinde ‘huzur’ bulduğumuz yanılgısıyla geçiyor gün bu yerde… Ve dünya bizi izliyormuş gibi halleriniyoruz…
Ve sizin idame ettirdiğiniz itibarınız anlam buluyor belki de sadece, çünkü evren sizin etrafınızda dönüyor sanıyorsunuz... Nereye gittiğini bilmediğimiz muamma çukurdan çıkarmaya çalıştığınız kemikler bile yetmiyor, çeviri eksik kalıyor, olmuyor... Tutturamıyoruz masumiyeti, işi raconuna göre yapıyoruz bir yerde… Yetmiyor içten içe her gün artan nefret, bunu kapatmaya çalıştığınız yüzsüzlüğünüz yetmiyor... Bu hastalıklı kültür, bir ‘isim’ sorunsalı…
‘Bir isimde ne vardır?’ Shakespeare’i bile şaşırtacak güçte… Adını değiştirerek ‘geliştirdiğinizi’ düşündüğünüz tüm yerler, kelimeler, hisler, ‘barış’ ve iyi niyetli görünürmüş gibi durduğunuz o çok önemli nokta hesap sormak isteyince ‘güzel’ bir yerde yaşamadığımızı anlıyoruz… Kapalı odalarda yaptığımız açık öteki dünya temasları, bir tatilden öte değildir aslında.
Hikayelerde paylaşılan ‘temas’ gezileri sizin için bir sorunu çözmek değil; karşı dildeki çeviride sorunu idame ettirme olarak anlam bulacaktır sadece. Neye yarıyor? Kime ne faydası var bu ‘etkinliklerin’?
Barış kelimesinin yanına yaklaşamayacak kadınlar, erkekler kapalı odalarda şeffaf şekillerde buluşuyorlar, ve bu yetiyor adını koymaya iyi niyetin, içini doldurmaya fazlasıyla... Bu kadar çok fazla kötülüğün içinde ne işe yarıyor bütün bu etkinlik kültürü, projeden öteye gitmeyen bu fiyasko nereye gidiyor?
İhtiyacımız var barışa, ihtiyacımız var uzlaşmaya, ihtiyacımız var birbirimize. Ama birbirimize tahammülümüz yok… Bir kadının evinden kovulmasından ve bunun üstünün kapatılmasından daha büyük bir ihanet mi var? Neyi konuşuyoruz biz böyle? Hangi çevirinin gücü vardır bunu karşı dile çevirmeye?
Bir kadına ihanet bir kadın tarafından yapılırken, nasıl güvenebiliriz barışa inanan kadınlara?
Nasıl inanabiliriz ataerki tüten kadınlara, samimi olup olmadıklarına?
Söyleyecek sözümüz var oysa, yeni biçimlerde, daha önce denenmemiş yollardan geçerek ve tarihin tekerrür etmemesi için kıçımızı yırtıp başımıza giymeye hazır bir halde.
Ama yetmiyor...
Hazırdık oysa korkusuzca sevişmeye, hazırdık belki de.
Ama sahneden ve kürsülerden bağırarak estetik yönünü de bertaraf etmemeliydik değil mi?
Daha önce de yazdığımız onca şeyin yanında: her şeyi hazır bulmadan, buna ulaşmak için ödediğimiz bedellerin hatrına, bir kadının yüzündeki samimiyeti hiçbir dile çeviremeyeceğiniz dile gelsin bu yazıda. Kapatamayacağınız ana dil işgüzarlıklarını hangi dilde kapatabilirsiniz ayrıca? Var mı öyle bir dil?
Hiçbir çeviri açıklayamaz karşı dile, hiçbir şiir sığdıramadı henüz kadının yüzündeki çaresizliği ve sığdıramayacak bunu hiçbir oyuncu mizansenine de…
Biz aynı dilde bile uzlaşamazken, teferruat bütün bu çabalar, samimiyetsiz kalıyor bütün bu projeler, barış bağırmaları, oyunlar, etkinlikler, sahte bakışlar, başlamadan bitirdiğiniz ‘öteki’ hayatlar… Hiçbir dile çeviremeyeceksiniz formalite kelimeleri, lirizmin arkasına sığınamayacak ihanet, birleştirmedikçe ara bölgeyi evinden kovulmuş o kadının yüzündeki çizgilerle…