Yıl 1936…
İngiliz bir çift, balayı için Almanya’da.
Ren nehri boyunca sürüp vardıkları Frankfurt şehrinin, Orta Çağ’dan kalma mimari zenginliklerini keşfetmek üzere park ettikleri bir sırada, arabalarında bulunan GB (Great Britain-Büyük Britanya) çıkarmasını gören Yahudi bir kadın, elinden tuttuğu genç bir kız çocuğuyla, yeni evli çifte yaklaşıyor ve yalvarıyor:
“Lütfen kızımı da yanınıza alın ve onu ülkenize götürün!”
***
Julia Boyd, ‘Travellers in the Third Reich’ (Üçüncü İmparatorluğun Gezginleri) kitabını, birinci ağızdan dinlediği bu gerçek hikaye ile açıyor.
Kitapta, çeşitli sebeplerle, Ocak 1933 – Mayıs 1945 dönemini kapsayan ve Adolf Hitler liderliğindeki Nasyonal Sosyalist Parti’nin iktidar dönemini tanımlayan Üçüncü İmparatorluk, yani bilindik diğer adıyla Nazi Almanyası’nı ziyaret eden yabancıların tanıklıklarına dayanarak, ‘sıradan insanların gözünden faşizmin yükselişini’ anlatan Boyd, “Siz olsaydınız böyle bir durumda ne yapardınız?” diye soruyor.
Korkuyla arkanızı dönüp uzaklaşır mıydınız?...
Kadına sempati duyar ancak yapabileceğiniz bir şey olmadığını mı söylerdiniz?...
Yoksa kızın güvenliği için, onu yanınıza mı alırdınız?
“Bir an için kendimi o İngiliz çiftin yerine koyup, nasıl bir tepki verirdim diye düşündüğümde, her ne kadar kadının durumundan etkilenmiş olsam ve her ne kadar Nazi’lerin yürüttüğü politikalar beni dehşete düşürüyor olsa da, büyük ihtimalle ikinci şıkkı seçerdim” diyor yazar ve ekliyor;
“Gözümüzün önünde olup biteni nasıl yorumlamamız gerektiğini nasıl bilebilirdik?”
***
Açılışta anlatılan bu hikaye ekstrem bir örnek olarak karşımıza çıksa da, Naziler’in iktidara geldiği 1933 yılından itibaren kendini göstermeye başlayan faşizan zihniyetin ürünü politikalar, ileriki yıllarda o coğrafyada yaşanacakların irili ufaklı habercileriydi aslında.
Almanlar Birinci Dünya Savaşı’ndan büyük bir siyasi ve ekonomik yıkımla çıkmış, savaşın hemen ardından İtilaf Devletleri ile imzalanan Versay Antlaşması’yla devasa boyutta toprak kaybına uğramış, askeri kabiliyeti büyük oranda elinden alınmış, ödeyebileceğinin çok üzerinde savaş tazminatlarına mahkum edilmişlerdi. 1920’li yıllar ilerledikçe, yüksek savaş tazminatlarının bir sonucu olarak ülkede hiperenflasyon baş göstermiş, hükümet 1 milyarlık banknotlar basmaya başlamış, 1923 yılının sonuna gelindiğinde 1 Amerikan Doları’nın Alman Markı cinsinden karşılığı, 4.2 milyara ulaşmıştı.
Bu atmosfer, Nasyonel Sosyalistler’in aşırı milliyetçi siyasetinin halk tabanında karşılık bulabilmesi için biçilmiş bir kaftandı. Savaşın faturası içeride Yahudi nüfusa kesilirken, Almanya’nın kurtuluşunun ari bir Alman varlığına bağlı olduğu propagandası başarıyla işlenmiş, ‘Almanlar için Almanya’ benzeri kampanyalar, önce Hitler’i iktidara taşırken, sonrasında Yahudiler’e yönelik hayata geçirilen tüm diskriminatif uygulamalara sözde ‘meşru’ bir zemin yaratmış ve çıkarlar, Alman halkının tüm yaşananlara karşı kör, sağır ve dilsiz kesilmesine neden olmuştu.
Nazi iktidarının Yahudi karşıtı siyaseti, batılı ülkelerde rahatsızlık yaratmış olsa da, herşeyden önce yeni bir Dünya savaşını göze alabilecek durumda değillerdi.
Bunun yanı sıra, Hitler’le ortaklaşan bir de korkuları vardı; doğudan gelen Bolşevik ‘tehdidi’!
Komünizm karşıtlığı, ‘Führer’e olan karşıtlıklarına galip geldi ve Naziler topraklarını işgal etmeye, vatandaşlarının başlarına bombalar yağdırmaya başlayana kadar, onlar da Yahudiler’e yapılanlara karşı kör, sağır ve dilsiz kesildi.
***
Julia Boyd kitabında, 12 yıllık Nazi iktidarı sırasında bir şekilde Almanya’da bulunmuş olan turistler, politikacılar, diplomatlar, öğrenciler, askerler, akademisyenler, sporcular, sanatçılar ya da gazetecilerin birinci elden yaşadıkları deneyimleri ve gözlemlerini aktarırken, zaman zaman duyarsızlık, zaman zaman nemelazımcılık, zaman zamansa tehlike kokusunun alınmasına rağmen bu denli ileri gidilebileceğinin öngörülememiş olması nedeniyle ortaya çıkan eylemsizlik halini anlatıyor.
Bu eylemsizlik hali, zamanında durdurulmayan bir ‘delinin’ dünya tarihinin en büyük soykırımına imza atmasıyla ve tarihin en kanlı savaşında milyonların canından olmasıyla sonuçlandı.
Peki acaba, tedavi edilmezse ölümcül olabilecek bir hastalığın her geçen gün yeni bir semptomuyla karşı karşıya kalan biz Kıbrıslı Türkler’in içinde bulunduğu bu eylemsizlik halinin sonucunda ödenecek bedel ne olacak?
Elbette yıkıcılığı kıyas dahi edilemeyecek iki farklı durumdan bahsediyor olabiliriz, ancak her vakıanın kendi ölçeğinde bir yıkım etkisi olduğu düşünüldüğünde, bizim nemelazımcılığımızın olası sonuçlarından endişe etmemek mümkün olamıyor ne yazık ki!
“Gözümüzün önünde olup biteni nasıl yorumlamamız gerektiğini nasıl bilebilirdik?” diye soruyor ya Boyd, peki ya biz gözümüzün önünde olup biteni nasıl yorumlamamız gerektiğini bilemeyecek durumda mıyız hâlâ??!!