Akşamüzeriydi Samandağ’a ulaştığımızda. Bir bıçak darbesiyle ortadan ikiye bölünmüş, parça parça koparılmış, her yanı kırılmış, dökülmüş ve yarısı ayakta kalabilmiş nadir evlerin uçuşan perdelerinin arasında, iki hafta önce kıyametin koptuğu, hayır, asıl bundan sonra kopacağı yere geldik. Bir ilkokulun bahçesinde birkaç farklı noktada yakılmış ateşin etrafında kümelenen gönüllüler, basketbol sahasının orta yerinde yemek dağıtan bir araç, okulun çevresindeki tellere asılmış resimler, bu civara ulaşmayı başarabilen yardımlara erişmeye çalışan çaresiz bölge insanları… Günler geçtikçe sayıları azalan gönüllüler, ellerinde kamera, acıdan film devşirmeye çalışan gönüllüler, artık gelmeyen gönüllüler… Ve bu filmi defalarca izleyen bölge halkı…
6 Şubat depreminden bir hafta sonra, Hatay Samandağ’ın Karaçay bölgesine gönüllü olarak gitmiştik. Gelen yardımlardan ihtiyaca göre paket hazırlıyorduk: “Çadırda on iki kişi kalıyorlarmış, o halde eldekilerden bir paket peynir, iki şampuan, sıvı sabun, beş altı paket ped. Kadın sayısı yazmıyor, çocuk da var. Ama oyuncak bitti.” Okulun tek katlı spor salonuna istiflenen yardımların arasında binbir türlü hikâye vardı. Anlatıcılar aynı zamanda hikâyenin kahramanlarından biriydiler. Fakat çoğunda söz yoktu.
Depremin ikinci haftası, artık oradan ayrılmak üzereyken akşam ateşin başında bölge insanıyla sohbet ettiğimiz sırada üçüncü depremi yaşadık. Yeryüzünün bir kâğıt gibi katlandığı birazdan üzerimize kapanacak gibi dalgalandığı bir andı. Sarsıntı, içinde ateşin yandığı devasa demirden silindiri devirdi. Çığlık, duman ve koşturmaca… Telefonlar çekmiyor, elektrik tamamen gitti. Hepimiz büyük bir kuyunun içindeymişiz gibi ama kimse kimseyi duymuyor…
Tüm bunları şimdi, üzerinden neredeyse bir yıl geçtikten sonra kötü bir kâbus gibi hatırlıyorum. Fakat o bölgede yaşayanların aynı kâbusu her gün tekrar tekrar yaşadıklarını biliyorum. Kaldırılan enkaz içerisinden cesetler çıkıyor her gün. İçme suyuna erişim çok zor. İnsanlar hâlâ çadırda. Yardımlar yok denecek kadar azaldı ama hâlâ ihtiyaç listeleri hazırlanıyor: “iki sıvı sabun, birkaç bebek bezi, biraz ped. Bitti.”
Yeni şeyler de olmuyor değil, meselâ yıkılan evler rezerv alan ilan ediliyor, devlet kısa bir mesajla, artık bir eve sahip olmadığınızın bilgisini size veriyor. Fakat çöp sorununa, erzak sorununa, asbest sorununa, bulaşıcı hastalık tehdidine rağmen, mülksüzleştirme politikalarına rağmen, yıkılmış evlere gelen faturalara rağmen, adaletsizliklere rağmen yeniden kurulmaya çalışılan bu kentlerle köklerini koparmaya niyeti olmayan insanlar da var.
Alıştık. Depremi yaşamayanlar bir deprem fikrine alıştı. Fakat ne Karaçay’daki insanlar koşullarına alıştı ne de İsias mezarlığına evlatlarını verenler acılarına. İsias Otel davasının görüldüğü bu günlerde sık sık aklıma gelen görüntüdür Karaçay’daki okulun bahçesi. Deprem sonrası kum yığınına dönen İsias’ın hepimizde bıraktığı yıkım ve hasar çok büyük. İçimizin depremi asla bitmeyecek, çocuklarımızı hiçbir şey geri getirmeyecek fakat sorumluların olası kast ile yargılanmaları sonucu belki böyle bir yıkımla da bir daha karşılaşılmayacak. O halde sorumluların yargılanmalarını ve gereken cezayı almalarını sağlamak sarsıntıyı hep hissedecek olanlarımız için bir sorumluluk haline geldi.