Ölüm ve Yaşayan Ölüler...
Ölüm, ne korkunç, ne ürpertici bir sözcük. Kimsenin duymak istemediği, fellik fellik kaçtığı bir sonuç, ölüm. Ama her insanın doğduğu andan itibaren, eninde sonunda o musalla taşında bir namazlık saltanatı yaşayacağını bile bile yürüdüğü hedeftir, ölüm.
“Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece” diyen Aşık Veysel gibi.
Dünyaya geldiğimiz gün bir yandan coşkuyla yaşamaya, bir yandan hüzünle ölmeye başlarız. Yaşam ve ölüm, hayatın, diyalektik en temel zıt vazgeçilmez birlikteliği. Bu birlikteliğin bilinmesine rağmen yaşama seviniriz ama ölümden korkarız, ölenin ardından ise üzülürüz, kahroluruz.
Nazım Hikmet Usta; “Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü” diye yazar; kalp, karaciğer ve siyatik ağrıları artarken. Çünkü yapacak işi var daha. O nedenle korkuyor ölümden... Güzel günlerin geleceğine dair şiirler yazacak, sevdası ve kavgasıyla yürüyecek çok yolu var daha. O nedenle düşünür ölümü büyük Usta. Elbette düşünmeliyiz ölümü ve öyle yaşamalıyız. Çünkü doğum ve ölüm arasında yaşanan ömür dediğimiz zaman diliminde ne yaptığımızdır esas olan. Yoksa boşu boşuna tüketmiş oluruz ömrümüzü. Hem de bir boka yaramadan. Yaşayan ölüler gibi.
Evet dünyamızda da yurdumuzda da çoğunluktadır ölümü düşünmeden “yaşayan ölülüler.” Ne yazık ki, vahşi kapitalist düzende sadece yurdumuz değil, dünyamız da büyük bir cesette dönüşüyor. Bizler de bu büyük ceset üzerine üşüşmüş kurtçuklar gibiyiz. Tıpkı Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun sahnelediği “Ölü Kentin Nabzı” oyununda vurgulandığı gibi. Bir açgözlülük ve tüketim güdüsü içinde her gün biraz daha tüketiyoruz ülkemizi de kendimizi de. Toprak talanı, kirlilik, inşaat furyası, betonlaşma ve işçi emek sömürüsü ve iş cinayetleri umurumuzda bile değil, biz kendi konforumuza bakıyoruz sadece. Yiyiyor, içiyor, sıçıyor, geziyor, eğleniyor, tüketiyor, soluk alıyor ve böylece yaşadığımızı zannediyoruz, bu yağma ve talan düzeninde. “Barlara, partilere gidelim, eğlenelim, kumru kumru sevişelim, azıcık da üzülelim ülkemizin haline ve tıpkı yaşayan ölüler arasında yaşlanalım, amaçsız, idealsiz”... Ve hiçbir şey yapmadan, giderek tükeniyoruz diye ilenelim sadece. Yaşadığımızı sanırız nefes aldığımız zaman, oysa bir cesede çevirdiğimiz topraklar üstünde sadece şikâyet eden ölüleriz rolündeyiz zombi ruhlarımızla. Her insan, ömür dediğimiz zaman diliminde toplum ve insanlık adına yaptıklarıyla ömür alır tarihten. Tıpkı bedenen göçmüş, ama 1000 yıllardır 100 yıllardır yaşayan yazarlar, sanatçılar, düşünürler, bilim insanları, devrimci-ilerici öncüler gibi.
Şair Ataol Behramoğlu; “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” der ve şöyle devam eder: “Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.” İnsan kendisine sunulan “ömür” denilen armağanın değerini iyi bilmeli ve üretmeli, bir şey yapmalı. Çünkü eninde sonunda ölümle yüzleşecek. Ve ölüm acımasızdır. Sevgili, karı, koca, eş, yaşlı, genç, çocuk, anne, baba demeden, hiç birine danışmadan, kalanı düşünmeden, düşünmeye vakit bulamadan alır gider, ölüm meleği denilen Azrail. Ölüm kalleştir deriz. Gözyaşı diye bir şey bilmez, tanımaz ölüm meleği deriz. O nedenle ömür denilen zaman diliminde yaptıklarınla yaşayacaksın, göçüp gitsen de şu yaşanası dünyadan. Yani öyle bir ömür yaşayacaksın ki, ölümü ananın ak sütü gibi hak edeceksin.
Aziz Nesin Ustanın dediği gibi: “Ben gençliğimden beri ölümü çok düşünen bir insanım. Ve ölümü korkarak panik içinde düşünmüyorum. Öleceğim o zaman benim zamanım budur, bu zamanın içinde çalışmam gerekir. Böyle bir şey düşünüyorum daha çok. Gecenin saat ikisine üçüne kadar çalıştığım zaman ya da sabah erken kalktığım zaman... Aslında ölüme yetişmek ve ölümü hak etmektir diyorum. İnsan öldüğü zaman ölümü hak etmeli. Ben öyle düşünüyorum. Ölecek ölümü kesin bilen insan namussuzluk ve alçaklık yapamaz. Ahlaksızlık yapamaz. İnsan bu ölüm duygusunun beynine kıymık girmiş gibi her an duyarsa sanıyorum ki kötü insan olması mümkün değildir. Bana öyle geliyor. Benim halka borcumu ödeme duygularım hep buradan kaynaklanıyor” Çoğu zaman, hiç beklenmedik, hiç umulmadık yerde çıkıverir insanın karşısına, ölüm. Koparıp götürür onu sevdiklerinin elinden. Ağlama, sızlama dinlemez. O nedenle ölümü hak etmek için, insanlığa bir miras bırakırsan geride, yaşarsın tarihte. Kalanlara, “nasıl bilirdiniz gideni” diye sorarlar. İşte “bir gün çekip gittiğinizde bu dünyadan, ‘iyi bir insandı’ diyeceklerine, ‘arkasında iyi bir dünya bıraktı’ ya da ‘iyi bir dünya için mücadele etti’ derlerse o zaman ölümü hak etmiş olursunuz. Yoksa size armağan edilen “ömrü” boşu boşuna tüketmiş olursunuz. Ve ölüm, acımasız işini yapmak için Beethoven’in “Beşinci Senfonisi”nin ilk beş notasıyla çalar kapıyı. O beş nota, toplum yararına bir şey yapanların bedenen ayrılışlarını, ama onların, bıraktıkları sanatsal, bilimsel miras ve edebi eserlerle, devrimlerle ebediyen yaşayacaklarını anlatır. Tıpkı “5. Senfoninin” altına ve daha birçok besteye imza atan Ludwig van Beethoven ve niceleri gibi. Ve “O çobanlığı tercih edebilir, ama ben sürüden biri olmayı kabul etmiyorum” diyen toplumcu geçekçi politik tiyatronun öncülerinden biri olan Genco Erkal gibi. O nedenle Yunus Emre “Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil’’ der. Ölüm ne zaman ve nasıl gelirse gelsin, ciğerlerimizi söker gibi söküp alır, sevdiklerimizi elimizden. Gençmiş, çocukmuş, yaşlıymış aldırmaz. Şöyle eski bir deyiş vardır: “Ölüm, yaşlıların kapısında bekler, gençlere ise pusu kurar...’’ Yaşlıların kapısında beklemeyi anlıyorum da gençlere, çocuklara pusu kurarken ölüm tek başına mı yoksa işbirliği yaptıkları mı var? Savaşlarda çoluk çocuk masum yığınlar üzerine yağdırılan bombalardan sorumlusu, ölüm meleği Azrail mi? Yoksa silah tüccarları ve onların kuklası hükümetler ve devletler mi? Trafik kazalarında can veren çocuk, genç, yaşlı herkesin sorumlusu Azrail mi? Yoksa bu konuda eğitim vermeyen, alt yapıyı hazırlamayan, plansız, projesiz, ihalesiz kör karanlık yolları hizmete açan, ayrıca toplu taşımacılığı patronlara güzellik olsun diye gündemine bile almayan devlet ve hükümet mi? Ya da sağlığı özele tahvil eden hükümetler mi sorumludur, parası olmayan yoksul hastaların ilaç bulamamasından, ölümünden, yoksa Azrail mi? Peki ya, “iş kazası” denilen ama aslında bir lokma ekmek kazanmak için “İŞ CİNAYETİ”yle ölenlerin sorumlusu kim? O ölümlerden de mi Azrail’i suçlayacağız ve önlem almayan, iş güvenliğini sağlamayan patronları, müteahhitleri ve hükümeti aklayacağız? Bu vahşi kapitalist kap-kaç düzeni Azrail ile işbirliği yapıp sadece insanları öldürmüyor. Doğayı da öldürüyor zenginler daha çok para kazansınlar diye.
Kısacası her yerde ölüm var bu düzende. Nefes alan insanlar ise birer “Yaşayan Ölü” olmaktan öteye geçemiyor. O nedenle mesele bu bozuk düzeni değiştirme meselesidir. O nedenle Ernesto Che Guevara Küba devrimi sırasında şöyle der ölüme dair:. "Tüm eylemimiz emparyalizme karşı bir savaş narasıdır... ölüm nerden ve nasıl gelirse gelsin...savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse: ve başkaları mitralyöz sesleriyle ve de savaş naralarıyla cenazemize ağıt yakacaksa... ölüm hoş geldi , sefa geldi." Sevdası ve kavgasıyla direnen ve “Güzel Günler Göreceğiz” diye inançla haykıran ve daha güzel bir dünya için insanları mücadeleye çağıran Nazım Hikmet’le bitirelim “Ölüm” yazımızı: “Düşmezse düşmesin, yakamızdan ölüm.
Bizim üstümüze, güneş doğacak gülüm.
Gülüşüne bir kurşun sıksa da ölüm,
Unutma ki, umuda kurşun işlemez, gülüm.”